![]() |
Bir sayısı |
İçinde "bir" kelimesi (bir sayısı) geçen deyimler ve açıklamaları:
- Bir ağızdan: (Ağızdan ses çıkarmak anlamını veren eylemlerin belirteci olur) Hep birlikte: Bir ağızdan türkü söylediler.
- Bir alan pişman, bir almayan: Gösterişi olduğu halde bir işe yaramayan şeyler hakkında kullanılır: İstanbul'dan geldi!. İpek şekeri!.. Bir alan pişman, bir almayan pişman! (Ubeydullah Efendi)
- Bir alay: Bir çok, bir sürü, pek çok: Bir satır yazıda bir alay yanlışı çıkıyor.
- Bir alem: Kendine özgü bir niteliği olan: Bodrum bu yıl bir alemdi. O çocuk bir alemdir.
- Bir araba:
- Odun, kömür gibi kimi şeylerin ölçü birimi: Eve bir araba kömür yollamışlar.
- (mecazi) Pek çok, fazla: Köyden bir araba insan topladılar. Senin oğlan da içinde. (Kolektif)
- Bir araya gelmek: Bir yerde toplanmak, buluşmak: Bütün terslikler bir araya geldi.
- Bir arpa boyu kadar yol almak (gitmek): Pek az ilerlemek: Meğer gide gide bir arpa boyu kadar yol almışım. En iyisi mi, Hızır atına binmeli. Öyle gitmeli. (İlgili cümle kaynağı: C. E. Kavaklıgil)
- Bir aşağı bir yukarı: Amaçsız olarak gidip gelmeyi anlatır: Bir aşağı bir yukarı dolaşıp duruyor.
- Bir atımlık barutu olmak (kalmak):
- Bir konuda yapabileceği çok az şeyi bulunmak: Sermayesi yok ki! Bir atımlık barutu var. (M. E. Coşan)
- Dayanacak pek az gücü kalmak/olmak: "Bu adamın bir atımlık barutu var. Hele o bitsin de görüşürüz" diyordu. (C. D. Arıbal)
- Bir avuç: Nitelediği şeye göre az ya da çok anlamında: Bir avuç toprak. Bir avuç insan. Bir avuç altın.
- Bir avuç toprak olmak: Ölmek: Hakikati gören gözleri kapandı ve bütün bir varlık sustu. O da bir avuç toprak oldu. (Ayın tarihi)
- Bir ayağı çukurda olmak:
- Yaşayacak çok az zamanı kalmış olmak, ölümü yakın olmak: Oysa, ihtiyarların bir ayağı çukurdaydı, bugün vardılar, yarın yoktular! (D. Akçam)
- Çok yaşlanmış olmak: Kendisi iyice kocamıştı artık, bir ayağı çukurdaydı. (Beyaz Gemi)
- Bir ayak evvel: Bir an önce: Bu netameli yerden bir ayak evvel savuşmaya bakalım. (H. R. Gürpınar)
- Bir ayak üstünde bin yalan söylemek: Çok kısa sürede pek çok yalan söylemek: Bir de sanıyorsun ki, anlattıklarını yutuyorum. Bir ayak üstünde bin yalan uydurursun sen. (Akıl Çağı)
- Bir ayak üstünde kırk yalanın belini bükmek: Kısa bir zaman içinde birçok yalan söylemek: Baba parasıyla yaşayan aylak, çalışmaktan hoşlanmayan, bir ayak üstünde kırk yalanın belini büken biri... Üstelik kaypak, güvenilmez biriydi de... (B. Aksun)
- Bir bakıma: Başka bir görüş ve düşünüşle: Bir bakıma sende haklısın. Bir bakıma tutumları haddini bilmezlikti (İlgili cümle kaynağı: N. Cumalı).
- Bir baltaya sap olamamak: Belli bir iş sahibi olamamak: Subay olan yaşıt okul arkadaşlarım yarbay; hukukçu olanlar yargıç, savcı, avukat; işadamı olanlar neredeyse milyoner; kimileri mimar, kimileri devlet kurumlarında yönetici olmuşlar, ben ise hala bir baltaya sap olamamıştım. (M. Ofluoğlu)
- Bir bardak suda fırtına koparmak: Önemsiz bir işi büyütüp olay çıkarmak: Ama konunun İslamiyet ile ilgisinin bulunması bir bardak suda fırtına koparılmasına yetti. (Türkiye kültür ve sanat yıllığı)
- Bir ben, bir de Allah bilir: "Anlatılan şeyin gerçeğini başkaları bilemez, çok sıkıntı içindeyim, başkası tahmin bile edemez" anlamında bir deyim: On kişiyi geçindirmek ne demek? Bunu bir ben bilirim, bir de Allah bilir (Karacan)
- Bir boy: Bir kez, hele: Bir boy gidelim, bakalım ne olacak.
- Bir bu eksikti: Sıkıntılı bir durum varken bir başka sıkıntının çıkması üzerine söylenir: Araba bir türlü çalışmıyordu. "Hay aksi! Bir bu eksikti." (E. Unan)
- Bir çıktı, pir çıktı: Kendisinden beklenmeyen şeyler yapan kimseler için kullanılır.
- Bir çırpıda: Bir ele alışta, çabucak: Yoksa bir çırpıda büyük bir para mı kazanmak istiyorsun?
- Bir çift: (Söz için) Bir iki: Sana bir çift sözüm var dostum.
- Bir çuval inciri berbat etmek: Düzelmekte olan bir durumu yersiz, yanlış davranışlarla bozmak: Bu beceriksiz konuşmanın bir çuval inciri berbat edeceğinden korktu ve onu susturdu (B. Ak). "İşlerin başında olmayınca yürümüyor. Bizim çocuklar cahil, bir çuval inciri berbat ediyorlar. Yiyecekleri bir incir, onu bile beceremiyorlar." (M. Adıbeş)
- Bir daha:
- Bir kez daha: Bir daha yaparsan döverim.
- Hiçbir zaman: Başladığı işe diretir, bir dediğinden bir daha dönmezdi (N. Cumalı). Bir daha size gelmem.
- Bir daha yüzüne bakmamak: Darılıp ilgiyi, ilişkiyi kesmek: Yüzüme bir daha bakmadı. Kalktım eline yeltendim, elini bizden kaçırdı. (B. Civelek)
- Bir dalda durmamak: İşten işe ya da düşünceden düşünceye geçmek alışkanlığında olmak: Hamdullah ele avuca sığmaz, bir dalda durmaz, fıkır fıkır kaynar bir zekâ kumkuması idi. (İ. H. Konyalı)
- Bir damla: Pek az ya da pek küçük: Bir damla çocuğun yaptığı işlere bak.
- Bir de:
- Olana katarak, fazladan: Sen, o, bir de ben. Bir de şunu düşünmeli ki...
- Umulan ya da beklenilen dışında bir durumu anlatan tümcelerin başına gelir: Bir de ne göreyim. O zaman bir de bakarsın ki, karşındaki sana düşman kesilmiştir. (S. Faik)
- Bir dediği bir dediğini tutmamak: Söyledikleri birbirine uymamak, tutarsız, gelişigüzel konuşmak: Bir dediği bir dediğini tutmuyordu bu adamın. Bir de ona güvenmemi istiyordu. (Z. D. Balcı)
- (birinin) Bir dediğini iki etmemek: Her istediğini hemen yapmak: Kızını çok seviyor, bir dediğini iki etmiyordu. (S. Yar)
- Bir defa (bir kere):
- Olup bitti anlatan cümlelere katılır: Bu iş oldu bir defa, ne yapalım.
- "İlkönce", "hele" anlamında da kullanılır: Bir kere sen benim dediğimi yap, ondan sonra istersen git.
- "Asıl önemli olarak" anlamına da gelir: Ev bir defa küçük, bundan başka, yeri de uzak.
- Bir derece (bir dereceye kadar): Biraz: Bu sıcak bir dereceye kadar çekilir.
- Bir deri bir kemik (kalmak): Çok zayıf (olmak): Ekinlerimiz ve otlaklarımız kurumuş, hayvanlarımız bir deri bir kemik kalmıştı. (H. K. Tongar)
- Bir deve yükü: Pek çok: Hükümdarın su kabını kaybettik, onu getirene bir deve yükü mükafat verilecek..." dediler. (Yusuf Suresinden)
- Bir dikili ağacı olmamak: Evi ya da mülkü olmamak: Ömrünün yarısına gelmesine rağmen bir dikili ağacı yoktu. (H. Gülel)
- Bir dirhem: Birazcık bile: Bir dirhem aklı yok.
- Bir dirhem bal için bir çeki keçiboynuzu çiğnemek: Verimi az, zahmeti çok olan bir işle çok uğraşmak: "Şu insanlar ne tuhaf! Bir dirhem bal için bir çuval keçiboynuzu çiğnenir mi?" dedi. (Türk dili)
- Bir dostluk kaldı!: Az bir mal kalınca satıcıların kullandığı bir özendirme deyimi: Karpuza gel karpuza! Haydi efendiler, bir dostluk kaldı!
- Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte: (edebiyat) Türk halk masallarındaki devleri, cinleri betimlerken kullanılan, büyüklük, irilik belirten bir söz.
- Bir düşüncedir almak: Uzun uzun düşünmeye, bir çözüm yolu aramaya başlamak: Gelinlik çağına erince beyi bir düşüncedir almış. Kızını evlendirmesi gerek. Ne var ki, değil sokağa, odasından bile dışarıya çıkmayan bu kızı, kimlere versin. (M. Önder)
- Bir eli kan, bir eli katran: Çeşit çeşit kötülükler yapmasıyla tanınmış kişi.
- Bir eli yağda bir eli balda: Varlık ve bolluk içinde bulunanlar için söylenir: Dünyası iyi olabilir. Bir eli yağda bir eli balda bir hayat sürebilir. İstediği her şey olabilir ama ya yaşamış olduğumuz dünya bizi cennete götürmüyorsa... (B. İşliyen)
- Bir elinden girip bir elinden çıkmak: Kazandığını kolayca harcamak.
- Bir elini bırakıp ötekini öpmek: Aşırı saygı göstermek: Hürmetten gözü döndüğünden midir, adamın bir elini bırakıp ötekini öpüyordu. (İ. O. Anar)
- Bir elle verdiğini öbür elle almak: Yapıyormuş göründüğü bir iyiliği, elde ettiği çıkarlarla karşısındakine pahalıya ödetmek: Zira alınan vergi miktarı kadar bir harcama yapılırsa hükümet bir elle verdiğini diğer elle geri almış olur. (İ. Ü. Maliye Ens.)
- Bir gelmek: Eşit, denk olmak: At ile eşek bir gelir mi hiç?
- Bir gömlek aşağı (düşük): Bir basamak, bir derece alt mevki: Öbürüne göre bir gömlek daha aşağı bir terzi olduğu atölyesinden belliydi (A. Nesin). Fakat kendinden bir gömlek aşağı akılda bulduğunu insafsızca aldatıyor. (H. R. Gürpınar)
- (birinden) Bir gömlek fazla eskitmiş olmak: Birinden daha yaşlı ve dolayısıyla daha çok görmüş geçirmiş olmak: "Senden bir kaç gömlek fazla eskitmiş bir ağabeyin olarak derim ki: Hayatını rayına oturtmadan bir başkasının kaderini yüklenme!" (M. N. Özdemir)
- Bir göz gülmek: Hem gülüp hem ağlamak.
- Bir güzel: Çok iyi, iyice: Bir güzel gezdik. Çocuğu bir güzel azarladı.
- ... bir hâl almak: ... bir duruma gelmek: Hastalık tehlikeli bir hâl almıştı.
- Bir hâl olmak:
- Kazaya uğramak, ölmek.
- Bir şeyin çok tekrarlanması yüzünden bitkin duruma gelmek, usanmak, bezmek, fenalık gelmek: Sevinçten gülmekten bir hâl oldular (S. Kocagöz). Çocuklar yapmayın, etmeyin demekten bir hâl oluyorum.
- Huyu değişmek: Hiç böyle değildi, son günlerde ona bir hâl oldu.
- Bir hayli: Epey, çok: Yatıyordu, bir hayli ateşi vardı. (F. Kınalı)
- Bir hoş olmak:
- Şaşırmak: Fakat yürüdükçe bir hoş olur. Çevre değişmiştir. Şehre yaklaşır. Daha bir hoş olur. Şehir de değişmiştir. (Y. Alparslan)
- Hüzünlenmek, bozulmak: Bir yol, akşam geç vakit, uzaktan uzağa seslerini duydum. Yüreğim bir hoş oldu. (Y. K. Karaosmanoğlu)
- Bir hoşluğu olmak: Garip veya tuhaf bir durumda olmak, rahatsızlığı veya neşesizliği bulunmak: Ahmet, bir hoşluğu olmasa böyle sus pus oturmazdı. (H. F. Gözler)
- Bir içim su: Bir kadının çok güzel olduğunu anlatır: Çocukluğunda o eski mahallesinde ne güzel kızlar varmış, hepsi de bir içim su... Bu sosyete kızlarının en güzeli bile, güzellikte onların eline su dökemezmiş. (A. Nesin)
- Bir içim suya gitmek: Çok ucuza satılmak.
- Bir iki: Üçü geçmemek üzere pek az sayıda: Bir iki yumurtadan başka bir şey yok. (Türk dili)
- Bir iki demeden (demeye kalmadan): Duraksamadan, karşısındakine vakit bırakmadan: Bir iki demeden çocuğun üzerine çullanmışlardı. (H. F. Gözler)
- Bir iki derken: Önceleri az olmakla birlikte: Bir, iki, derken yedi bardak çay içmişim.
- Bir ilke imza atmak: Bir konuda hiç kimsenin veya kuruluşun yapmadığı bir işi gerçekleştirmek: 1 mili 4 dakikanın altında koşarak bir ilke imza atmış 1954 yılında. (Ö. Bilgin)
- Bir iş olmak: Anlaşılmaz, bilinmeyen bir durum olmak: "Bu herifçioğullarında bir iş var belli ki," deyip takılmış peşlerine. (D. Poyraz)
- Bir işaretine bakmak: Bir işi yapmak için hazır bulunmak: Köroğlu'nun bir işaretine bakıyordu. Eğer "gel" derse gidecekti. (E. Bektaş)
- Bir iştir olmak: Kötü bir durum olmak, artık yapacak bir şey olmamak, elden bir şey gelmemek: Takdir bu imiş; bir iştir oldu, olmamak gerek idi... (A. Şimşirgil)
- Bir kafada: Aynı düşüncede: Bu çocuklar hep bir kafada.
- Bir kalem geçmek: Boş vermek, bir an için göz ardı etmek: Bakkallığı bir kalem geçti. Tuhafiyecilik fena değildi. (C. S. Tarancı)
- Bir kalemde: Birden ve toptan: Bütün günahlarını bir kalemde silecek şöyle esaslı bir şey arıyordu. (M. Anıl)
- Bir karış: Çok kısa, çok az: Bir karış boyu var. Bir karış toprağı yok.
- Bir karış beberuhi: (alay) Çok kısa, cüce.
- (Elinden gelse, bıraksalar) Bir kaşık suda boğmak: Biri bir başkası için çok kin beslemek: Elinden gelse onu bir kaşık suda boğardı.
- Bir kazanda kaynamak: Pek iyi anlaşmak, uyuşmak, bağdaşmak.
- Bir kere: Aslında: Bir kere o çok yalancı.
- Bir kıyamettir gitmek (kopmak): Fazla gürültü, patırtı, telaş olmak: Gazetelerde boy boy resimler, sayfalarca eleştiriler, bir kıyamettir gidiyor (Varlık). Yüzlerce kişi peşimize takılmış, bir kaynaşma, bir bağırış, bir kıyamettir gidiyor. (E. Tomruk)
- Bir kıyıda (kenarda): Göze çarpmayacak bir yerde: Yine bir kıyıda, tek başınaydı (A. Cemal). Yazı bir kenarda, dosyada duruyor... (O. Özbahçe)
- Bir kıyıya (kenara) atılmak: Önemini yitirmek, anılmamak, unutulmak: Kapalı bir sandık gibi bir kıyıya atılmış ve hiç açılmamıştı. (İ. Berk)
- Bir kol çengi: Şen sözler ve davranışlarla çevresine neşe saçanlar için söylenir: Dünyanın belki en şen adamlarındandı. Bir meclise girince havayı değiştirir, ağırlığı, resmiyeti hemen dağıdır; tatlı, cana yakın bir şakraklıkla bütün bu işleri kimseyi incitmeden becerir ve herkesin: – Hay Allah razı olsun! duasını alırdı. Ülfeti son derece cazibeli, çok şakacı, şen ve nükteci bir yaradılışlı, çok temiz kalpli, temiz vicdanlı, temiz niyetli bir insandı. O'nun yanında iken insan büyük bir huzur duyardı... Hülâsa, eskilerin "bir kol çengi" dedikleri nadir yaradılışlı, dört başı mamur bir varlıktı. (E. B. Koryürek)
- Bir kolayını bulmak: Kolaylıkla yapabilmeyi sağlamak veya yapma yolunu bulmak: Güneş battıktan sonra bir kolayını bulup içeriye girenlerle beraber kaleye sızdı... (N. F. Kısakürek)
- Bir koşu: Koşarak, koşa koşa, çabucak: Onlar bir koşu pencerenin altına geldiler (N. Cumalı).
- Bir koyundan iki post çıkarmak: Olması gerekenden daha fazla elde etmek: Böylesi çıkarlarına düşkün olan bu adamlar, bir koyundan iki post çıkarmayı düşünmezler mi? (S. Yaltırım)
- Bir Köroğlu, bir ayvaz: (halk dilinde) Bir karı kocanın, çocuklarından uzak olduğunu ya da hiç çocukları olmadığını anlatır: Kalabalığımız yok, bir Köroğlu bir ayvaz. (R. E. Koçu)
- Bir köşeye atmak: Gerektiğinde kullanılmak üzere bir yere koymak: Bu pilleri bir köşeye at, gerekirse kullanılır. (O. Sarıgöz)
- Bir köşeye atılmak: Terk edilmek, ilgilenilmemek, kendi kaderine terk edilmek: Teklif kabul edilmedi ve bir köşeye atıldı.
- Bir köşeye çekilmek: Hiçbir işe karışmayarak yaşamak: Ailesinden ayrılıp doğudaki bir köşeye çekilmişti. (Mevdudi)
- Bir köşeye koymak: Saklamak, biriktirmek: Senede bir lira köşeye koyarak şimdi altmış adet liran olurdu. (H. İ. Aşçıdede)
- Bir köşeye oturmak: Gelin olmak, evlenmek.
- Bir kulağından girip öbür kulağından çıkmak: Önem vermediği için aklında kalmamak: Yaşlı adamın sözleri gencin bir kulağından girip öbür kulağından çıktı. Adam gencin laftan anlamadığını anlayınca gitmeye karar verdi. Gencin yanından uzaklaşırken, "Senin aklın başında değil, ben gidiyorum," dedi. (Mevlânâ Celâleddin Rûmî)
- Bir kurşun atımı: Kurşunun gidebileceği uzaklık: Bir kurşun atımı ötede beyaz minaresiyle bir köy görünüyordu. (S. Ali)
- Bir kuşsütü eksik: Her türlü yiyecek var: Sofrasında her şey vardı, bir tek kuşsütü eksikti. (Y. Kemal)
- Bir lokma, bir hırka: Geçim konusunda, yeme, içme ve giyinmede pek azla yetinmeyi, sade ve mütevazi bir yaşamı, dervişçe geçinmeyi anlatır: Karı koca dünyanın aldatmacalarına kanmadan, bir lokma bir hırka yaşayıp gidiyorlardı. (A. Tohumcu)
- Bir nefeste (solukta): (Söz ve içecekler için) Ara vermeden: Cümleleri birbiri ile yarıştırırcasına, bir solukta anlattı tüm olan biteni. (S. Demircan)
- Bir nice: Bir hayli, birçok: Bir nice zaman sonra...
- Bir numaralı: Birinci, başta gelen: O dünyanın bir numaralı futbolcusudur. Bir numaralı külhanbeyi.
- Bir o kadar: Ne kadar varsa o kadar daha, bir misli: Mevlâ ona, "Acaba sana dünya kadar, hatta bir o kadar daha yer versem, bu tükenmeyen isteklerin son bulur mu?" deyince... (C. Çekiç)
- Bir o yana, bir bu yana: Rastgele, bir çok yerlere: Bir çocuk bir o yana bir bu yana koşturup duruyordu. (G. Kabasakal)
- Bir olmak:
- Hemen çabucak olmak: Başını yastığa koymasıyla uyuması bir oldu.
- Bir araya gelmek, işbirliği yapmak: Hepsi bir olmuşlar. Baba oğul bir oldular, evi onardılar.
- Bir paralık olmak: Çok utanacak kötü bir duruma düşmek: "Aile namusumuz bir paralık oldu, bizim öyle akrabamız yok!" diye bağırdı. (S. Ali)
- Bir parmak bal olmak: Elin ağzına dedikodu konusu olmak: Olma beyhude elin ağzına bir parmak bal. (M. A. Ersoy)
- Bir pul etmemek: Hiç değeri olmamak: Gözümde bir pul etmez bu cihan sensiz, / Sensiz gözümde her yer yâdel, sevgilim! (F. Yenisey)
- Bir pula satmak: Değer vermeyip karşılığını düşünmeden gözden çıkarmak: O, dünyayı bir pula satmış, dünyalık her şeyden yüz çevirmiş, dünya nimetlerinden el etek çekip kendi dünyasına dalmış öyle yiğit bir kişidir ki ne şöhret ve şan, ne mal ve mülk, ne de mevki ve makam onun kalbine girmeye yol bulamaz. (Türk Edebiyatı)
- Bir punduna getirmek: Uygun bir durum ya da zaman ele geçirmek: Nasıl bir kolayını bulmalıydı, nasıl bir punduna getirmeliydi de bu merakını gidermeliydi. (H. Alptekin)
- Bir sıkımlık canı olmak: Pek cılız ve güçsüz olmak: Bir sıkımlık canı vardı, kendini bile kurtarabilecek takati yoktu fukaranın. (E. Atasü)
- Bir solukta: Çabucak, çok kısa bir sürede: Romanı bir solukta okudu.
- Bir söyledi pir söyledi: İyice, adamakıllı konuştu: On adam miktarı konuşan cahilden çekin. Bilginler gibi bir söyle, pir söyle... (S. Alkan)
- (birinin) Bir sözünü iki etmemek: Birinin her istediğini hemen yerine getirmek: Annesinin bir sözünü iki etmedi. Her zaman annesinin sözünü dinlerdi. (M. Karaburç)
- Bir şey sanmak: (Bir kimseyi, bir şeyi, bir yeri) Gerçeğinden, olduğundan başka türlü düşünerek düş kırıklığına uğramak, değerlendirmede yanılmak: Bankacı deyince onu bir şey sandık.
- Bir şeyler bir şeyler: Lakırdının arkası da olduğunu sezdirerek sözü kısa kesmek için kullanılır: Sen benim zevcemi kaynanan bil, ailemle bu kadar içli dışlı ol. Sonra da bir de efendime söyliyeyim bilmem bir şeyler, bir şeyler. (C. Cahit)
- Bir şeyler (bir şey) olmak:
- Huyu, durumu, davranışı, tutumu değişmek, yeni huylar edinmek: Son zamanlarda ona bir şeyler oldu.
- Bayılır gibi olmak, birden fenalık gelmek: Bana bir şeyler oluyor dedi ve bayıldı.
- Ölmek: Bana bir şey olursa çocuklar size emanet.
- Bir tahtada: Bir defada, yekten: Bu kadar parayı bana bir tahtada çıkarıp borç verecek arkadaş nerde? (A. Nesin)
- Bir tahtası eksik olmak: (teklifsiz konuşmada) Akılca eksik, delice: İyi bir kadındır ama bir tahtası eksiktir. (A. Gündüz)
- Bir tanem: Çok sevilen, çok kıymet verilen kimselere hitap sözü olarak kullanılır: Canım karıcığım, bir tanem, sultanım, ciğer parem. Sen uzaklaşır uzaklaşmaz, hasretin ateş gibi içime düştü. (N. Hikmet)
- Bir tarafa bırakmak (koymak): Önemsememek, benimsememek, ertelemek: Fakat bu düşünceyi hemen bir tarafa bıraktı. (S. Kocagöz)
- Bir taşla iki kuş vurmak: Bir davranışla birden çok yararlı sonuca ulaşmak: Şimdi bir taşla iki kuş vurmuş oldum, hem fotoğrafı sana hediye ettim hem de artık bende de bir kopyası var. (Y. Kopan)
- Bir tat, bin feryat: Mutluluktan çok, sıkıntısı olan: Yaşarken başına gelen imtihanlar ile bir tat bin feryat olan insanların hayırlı ve tez bir zamanda bu imtihanlarını tam bir teslimiyetin ardından başarı ile sonuçlandırmaları duası ve temennisiyle... (Kiremit D.)
- Bir tuhaf olmak: Kendini iyi hissetmemek: Karnı sancılanıyor, bir tuhaf oluyordu (O. Kemal).
- Bir tutmak (görmek): Eşit saymak, eşit görmek: Halk, Türklükle Müslümanlığı bir tutuyordu. (E. Yıldız)
- Bir türlü:
- Başkaca kötü: Gelsem bir türlü, gelmesem bir türlü.
- Hiçbir yolla: Bir türlü onu kandıramadım. Bir türlü bir karar verip mektuba başlayamıyordu. (M. Ş. Esendal)
- Bir uçtan bir uca: Bir yerin bir sınırından öbür sınırına kadar: Dağlardan, ovalardan, bir uçtan bir uca, sırtlarında, omuzlarında durmadan bir şeyler taşırlar. (Ş. S. Aydemir)
- Bir varmış, bir yokmuş: Bir masala başlarken genellikle söylenen bir tekerlemedir, beklenmedik bir zamanda ölen birinin ölümünden duyulan şaşkınlığı da anlatır: Bir varmış bir yokmuş zamanın birinde bir padişah varmış... (A. F. Bilkan)
- Bir yana:
- Şöyle dursun: Şaka bir yana, siz çok iyi insansınız.
- Ayırırsak: Turgut bir yana, çok severim arkadaşlarımı.
- (...) bir yana dünya bir yana: Belli bir varlığa çok değer verildiğini anlatmak için kullanılan deyim: Kızım bir yana dünya bir yana.
- Bir yastığa baş koymak: (Karıyla koca arasında evlilik hakları ve alışkanlıklarından söz ederken) Birbiriyle evli bulunmak, sevgiyle paylaşmak: Bir yastığa baş koyuyorsunuz, bu hal size yakışır mı?
- Bir yastıkta kocamak: (Karıyla koca birlikte) Ayrılmadan uzunca bir ömür sürmek: Ömür boyu mutlu olun, bir yastıkta kocayın. (Şinasi)
- Bir yaşına daha girmek: Şaşılacak yeni şeyle karşılaşmak: Otel sahibi garsonlara hizmet ediyor galiba. Aa! Bir yaşıma daha girdim.
- Bir yığın: Birçok, pek çok: Bu yüzden komşularıyla kiracılarına bir yığın baş ağrısı bırakıyordu gerisinde. (N. Cumalı)
- Bir yiyip bin şükretmek: Kötü durumda olanlara bakarak kendi durumunun değerini bilmek: Ben zenginlere, kibarlara bakıyorum da bir yiyip bin şükür ediyorum. Üç gün evvel şu tarlanın öte tarafındaki tek mezarlıkta süslü, genç bir hanım yere kapanmış hüngür hüngür ağlıyordu. (S. Sezai)
- Bir yol: Bir kez: Bir yol bize uğrasaydınız.
- Bir yol tutturmak: Bir davranış, bir tutum biçimi belirlemek: Bana ne canım! Bir yol tutturdu, iyi de gidiyor işte. (T. Çelebi)
- Bir yolunu bulmak: Çok uğraşıp bir işi sonuçlandırmak için yol bulmak: Bir yolunu bulup onu kurtaracağız. (E. Unan)
- Bire bin (beş) katmak: Çok abartmak: Bire bin katarak beni babalarına şikâyet ediyorlardı (M. İ. İsmetoğlu). Avcı başından geçenleri / Bire beş katar anlatır / Herkesi hayretler içinde bırakır (E. Kılıç)
- Bire ... vermek: (Buğday, arpa, nohut, fasulye gibi ürünler için) Toprak, ekilen tohumun ... katı kadar ürün vermek: Yorulmamış toprak mevsimin yağmurlu gitmesi neticesinde bire 60 verdi. (K. Tahir)
- Biri eşikte, biri beşikte: Küçük çocuğu çok olan kimseler için söylenen bir söz: Biri eşikte, biri beşikte, biri de gelecek üç yavrunun anasıydı o. (Yeni Ufuklar)
- Ağzına bir kemik atmak: Birini küçük bir çıkar ile susturmak: "Yüce sultanım, kapındaki it kudurmuş, zincirinden boşalmış, ayağımıza dolandı, ağzına bir kemik attık, yolumuza baktık." (M. Karnas)
- Ağzına bir parmak bal çalmak: Birini tatlı sözlerle ya da şöyle böyle bir iyilikle oyalamak: Seçimlerde halkın ağzına bir parmak bal çalıp oylarını alıyorlardı, sonra bildiklerini okuyorlardı.
- Aklı bir karış havada olmak: Dengeli düşünememek, düşünmeden aklına eseni yapmak: Kimi aptal âşık olur, aklı bir karış havada, / Bitmez sanır tozpembesi bu hayatın. (H. Karaamca)
- Aklının bir köşesine yazmak: İleride hatırlamak üzere belleğine almak: Geniş bir zamanda ona yardım etmeyi aklının bir köşesine yazdı. (B. Eyüboğlu)
- "Allah bir" dediğinden gayrı sözüne inanılmaz: Birinin çok yalancı olduğunu anlatmak için söylenir: "Şaşılacak ne var ki? Allah bir dediğinden gayrı sözüne inanılmaz." "Çok yalancının biri desene şuna." (A. Püsküllüoğlu)
- Allah bir söz bir: Verilen sözden dönülmeyeceğini bildiren teminat sözü: Gönülleri oldu başlık parası verildi. Bunun üzerine kız tarafı: Allah bir, söz bir dedi...
- Allah bir yastıkta kocatsın: Yeni evlenenlere ömür boyu birlikte olmalarını dilemek için söylenir: Kızını verdiğini söyledi. "Allah bir yastıkta kocatsın, mutlu olsunlar," dedi. (E. Ş. Can)
- Allah'a bir can borcum var: "Verecek bir canım var, onu da Allah alacak, neden çekineyim ki?" anlamında söylenir: "Dinle garip ülkenin çıkmazlarından faydalanıp mülküne mülk katmaya çalışan akbaba müsveddesi" dedim, "Allah'a bir can borcum var, kimseden korkum yok" dedim, "Elinden geleni ardına koyma şerefsiz!" dedim. (Virgül)
- Ana baba bir: Hem annesi hem de babası üvey olmayan. Aynı anne ve babadan olan (kardeşler): O benim ana baba bir kardeşimdi ama kafaca ruhça yabancımdı. (İ. H. Baltacıoğlu)
- Ana bir, baba ayrı: Anneleri bir, babaları ayrı olan (kardeşler): Sultan, Cefakâr'ın kardeşiydi, bacısıydı. Ana bir baba ayrı kardeştiler. (Ü. Kaftancıoğlu)
- Ayvaz, kasap hep bir hesap: (halk dilinde) "Ha öyle ha böyle, iki de bir, hiç fark yok" anlamlarında kullanılan bir söz: Başkan, ha o seçilmiş, ha öteki. Ayvaz kasap, hep bir hesap. Yani, ikisi de birbirinden beter... (N. Muallimoğlu)
- Azrail'e bir can borcu olmak:
- Nasıl olsa öleceğini kabul etmek.
- Tüm borçlarından kurtulmuş olmak: Muhteremin Azrail aleyhisselâma bir can borcu var, hepsi o kadar. (R. T. Burak)
- Baba bir: Aynı babadan, ayrı annelerden dünyaya gelen kardeşler için kullanılır: Baba bir kız kardeşi olan Havvâ'da kendisi gibi vakarlı ve mücadeleci olan bir Müslüman hanımdı. (M. E. Yıldırım)
- Başına bir hâl gelmek: Kötü bir duruma düşmek: Belki bulamam diye, başına bir hâl gelir diye hep seni düşündüm Ömerim. (O. Özbaş)
- Başını bir yere bağlamak: Birini bir işe koyarak avarelikten ve boş gezmekten kurtarmak: Fakat manevi sıkıntılarım devam edip duruyordu. Valide, bunun çaresini kendi tabiriyle başımı bir yere bağlamakta buluyordu. (B. N. Kaygusuz)
- Bir ayak üstünde kırk yalanın belini bükmek: Kısa bir zaman içinde birçok yalan söylemek: Baba parasıyla yaşayan aylak, çalışmaktan hoşlanmayan, bir ayak üstünde kırk yalanın belini büken biri... Üstelik kaypak, güvenilmez biriydi de... (B. Aksun)
- Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte: (edebiyat) Türk halk masallarındaki devleri, cinleri betimlerken kullanılan, büyüklük, irilik belirten bir söz: Korku ile etrafına bakarken, karşısına bir dudağı yerde, bir dudağı gökte, her bir gözü ateş parçası gibi yanan kocaman bir dev çıkmış. (M. Üçer)
- Bini bir para:
- Pek çok ve ucuz
- Pek çok yapılan, pek çok olan: Türlü dedikodular, dolap çevirmeler, bini bin para ayak oyunları, beyinlerde dönen tilkiler üstelik kuyrukları bile birbirine değmeden fink atıyor... (S. Kaynaş)
- Bohçanın dört ucunu bir araya getirememek:
- İki yakayı bir araya getirememek.
- Dengeyi sağlayamamak.
- Boyun bir karış uzadı: (alay yollu) "Gereği olmayan o işi yapmakla sanki yükseldin" anlamında kullanılan bir söz: Bana "Dünya Hikaye Yarışması'na katıldın da, boyun bir karış uzadı mı?" diye sordu. (H. Çekinkaya)
- Bunda bir iş var: Gizli veya bilinmeyen bir yönü olan olay veya durum için kullanılan bir deyim: Üstada gittim: "Bunda bir iş var, kimse beş ay maaş almadan çalışmaz," dedim. (Ş. Efe)
- Cim karnında bir nokta:
- Hiçbir bilgisi olmayan, cahil: Benim bilgim cim karnında bir noktaydı. (C. Dağcı)
- Acemi, toy: Şiir bahsinde işte ben cim karnında bir noktayım... (K. Tahir)
- Dil bir karış: Her söze saygısızca karşılık verenler için kullanılır: Oğlanda da dil bir karış.
- Dili bir karış dışarı çıkmak (sarkmak): Çok yürümekten ya da koşmaktan yorulmak: Tazı gibi dili bir karış dışarı fırlamıştı adamın... Gömleği terden sırılsıklamdı. (R. Enis)
- Dilinin altında bir şey olmak: Söylemekten çekindiği ya da söylemekte duraksadığı bir sözü olmak: — Çok tesadüf sayılmaz aslında. — Senin dilinin altında bir şey var söylesene. (B. Karasu)
- Dini bir uğruna: Müslümanlık davası uğruna: Aramızdaki geçimsizlikleri unutacağız. Dini bir uğruna yapışarak bize Yunan değil yedi kral dayanamaz. (K. Kahraman)
- Dokuz körün bir değneği: Bir çok kimsenin tek yardımcısı, tek dayanağı ya da bir ailenin tek çocuğu: Dokuz körün bir değneğiydi. Kim ekmeksiz, parasız kalsa ona koşardı (R. N. Güntekin). Dokuz körün bir değneği, işte bir kızımız var... Habib-i Ekrem'in hürmetine Rabb'im bağışlasın... (H. R. Gürpınar)
- Düğün dernek, hep bir örnek: Bütün olaylar ya da yapılan işler sıkıcı bir şekilde hep birbirine benziyor: Hepsini ayrı ayrı okumağa gerek yok. İçlerinden lâlettayin birini al, oku, yeter. Düğün dernek hep bir örnek. (N. Muallimoğlu)
- Dün bir bugün iki: (Yakın geçmişteki bir olay ya da duruma göre) Çok az zaman geçtiği halde: Daha dün bir bugün iki, ustasına işi öğretmeye kalkıyor.
- Dünya bir araya gelse: Bütün insanlar tersini savunsa ya da engel olmaya kalksa da yeterli olmaz: Bugün istesem ben ona varırım; bugün istesem o beni alır; dünya bir araya gelse, kimseler bizi ayıramaz (Y. K. Karaosmanoğlu). Dünya bir araya gelse, dediğinden dönmez.
- Efendiden bir adam: Terbiyeli, kibar ve ağırbaşlı kimse: Otuz beş yaşlarında, aklı başında efendiden bir adam; büyük bir müessesede muhasebecilik ediyormuş, bir annesi, bir de kız kardeşi varmış, gayet iyi ahlaklı imiş, intizamı severmiş, evine düşkünmüş, sabah işine gider, akşam evine gelirmiş, içkisi, sefahati, kumarı, bir kocada bulunması arzu edilmeyen hiçbir kusuru yokmuş. (C. S. Tarancı)
- Elinden bir iş (şey) gelmemek: Çaresizlikten veya yeteneksizlikten bir iş yapamamak: Çocuğun elinden üzülmekten başka bir şey gelmiyor.
- Elinden bir sakatlık (kaza) çıkmak: Kaza yapmak, birine istemeyerek zarar vermek: Olur ya, eli satırlı aşçının elinden bir sakatlık çıkabilirdi (M. Uslu). Çok sinirlendim, "elimden bir kaza çıkmadan" ayrıldık. (A. Karaağaç)
- Elinden gelse bir kaşık suda boğmak: Bir kimseye çok kızmak veya çok öfkelenmek: Halil'in yüzünde öfke vardı. Elinden gelse darbecileri bir kaşık suda boğacaktı (A. E. Kavaklı)
- Felekten bir gün (gece) çalmak: Güzel bir gün veya gece geçirmek: Baba oğul o gün felekten bir gün çaldılar, o kadar gezmelerine rağmen yorgunluk nedir hissetmediler (Y. Demir). O gece felekten bir gece çaldım, / Ömrümde son defa bahtiyar oldum (H. N. Atsız)
- Geniş bir nefes almak: Sıkıntılı bir durumdan kurtulmak, ferahlığa kavuşmak: Düşmanlardan temizlenerek memleket geniş bir nefes almıştı. (S. Ayverdi)
- Günlerden bir gün: Bir zaman, vaktiyle, geçmiş zamanda bir gün: Günlerden bir gün, zengin bir adamın oğlu padişahtan kızını istemiş. (G. K. Ağkurt)
- Hep bir ağız olmak: Söz birliği etmek, anlaşarak bir konuda aynı şeyleri söylemek: Kocaman bir köy, hep bir ağız olup da yalan söyleyecek değil ya... (Y. Kemal)
- Her kafadan bir ses çıkmak: Bir konu üzerinde herkes rastgele konuşmak: Her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimisi çayın yanındaki söğütlerin yerini, kimi Mollanın yol kenarındaki arsasını, kimisi de çayın öbür tarafını münasip görüyordu. (Varlık)
- İki arada bir derede: Sıkışık durumlarda bile bir fırsat bularak: İki arada bir derede namazını kılıp tekrar düştü yollara.
- İki arada bir derede kalmak:
- Çok güç bir durumla karşı karşıya olmak: Hatice Kadın da iki arada bir derede kalmış, kocasıyla mı uğraşsa, diğer iki çocuğuyla mı, yoksa Emine Kadın ve diğerleriyle mi, bilemiyordu. (İ. İ. Turan)
- İki yada daha fazla kişi, olay veya durum arasında karar verememek, bocalamak: Tuğrul iki arada bir derede kalmış gibi kıvranıyor. Doğruyu söylese bir türlü, söylemese bir türlü... (M. Atilla). Babam iki arada bir derede kalır, kime hak vereceğini kestiremezdi çoğu zaman. (F. Özkurt)
- İki ayağını bir pabuca sokmak: Bir kimseyi, bir işi dar bir zamanda yapmaya zorlayıp sıkışık duruma sokmak: "Yarın sabah görüşsek daha iyi. İki ayağını bir pabuca sokmayalım şimdi..." (M. Atilla)
- İki dirhem bir çekirdek: Giyimi aşırı derecede özenli: Kahveye pırıl pırıl beyaz kostümü, sırmalı şapkası, apoletleri, rugan ayakkabılarıyla iki dirhem bir çekirdek salınan bir gemi süvarisi girdi. Bütün bakışlar, jilet gibi ütülü pantolonunu buruşturmadan oturmaya çalışan süvarideydi. (Ö. Yurdalan)
- İki hırtı bir pırtı: Aşırı yoksul: İki hırtı bir pırtı yaşayıp gidiyorduk adamım... (H. A. Toptaş)
- İki karpuzu bir koltuğa sığdırmak: Aynı anda iki işi veya görevi yapmak: Bir liderin yaşamı her zaman iki karpuzu bir koltuğa sığdırmaya çalışmakla geçer.
- İki söz bir pazar: Uzun uzadıya pazarlık etmeden: İki söz bir pazar aldık geldik hayvanı.
- İki sözü (lafı, lakırdıyı) bir araya getirememek: Düşündüğünü doğru dürüst anlatamamak: Söyleneni anlamazlar ve iki lakırdıyı bir araya getiremezler. (B. Onur)
- İki ucunu bir araya getirememek: Gelirle gideri denkleştirememek, işleri düzene koyamamak: Hastahane yönetimi de bütçesinin iki ucunu bir araya getiremiyordu... (R. R. Asal). Doluya koyuyor almıyor, boşa koyuyor dolmuyordu. Bir türlü iki ucunu bir araya getiremiyordu. "Zor bu iş! Zor zor!.." diyordu. (F. Baykurt)
- İki yakası bir araya gelmemek: Geçim sıkıntısından bir türlü kurtulamamak: Gerçek şu ki ben iki yakasını zor bir araya getirse de mutlu olan insanlar gördüm. Bunu nasıl yapıyorlar?
- İkide bir (İkide birde): Sık sık: Altında, ikide bir bozulur, külüstür bir otomobili vardı (M. E. Bozkurt). İkide birde gözlerini kaldırıp beni süzüyordu. (S. Ali)
- İkisi bir kapıya çıkmak: Aynı sonuca varmak, aynı sonucu doğurmak: İster senin dediğini, ister onun dediğini yapalım. Netice değişmez. İkisi de bir kapıya çıkar. (N. Muallimoğlu)
- İşi üç nalla bir ata kaldı: (bir at sahibi olmak isteyen yoksul birinin sadece bir nal bulmasından yola çıkarak) Gerçekleştirilecek bir işle ilgili olarak elde edilen olanağın önemsizliğini ve işin gerçekleşmesi için daha önemli diğer şeylere gereksinme bulunduğunu alay yollu anlatır: Eh, ihtilâlin yemini de, eski örgütlerden hazır sayılırdı... Parolası da bulundu mu, gerisi üç nalla bir ata kalıyordu... (Ö. Öymen)
- Kafasında bir tahta noksan olmak: (teklifsiz konuşmada) Biraz kaçık olmak, akıl dışı davranışlarda bulunmak: Anlayamadım. Yani kafasında bir tahta eksik... Hayır, biraz eksantrik addederdim... (H. E. Adıvar)
- Kendini bir şey sanmak: Kendini olduğundan değerli görmek: Kendini bir şey sananların hiçbir şey olmadıklarını söylemek bile kendini bir şey sanmaktır... (İ. Dilber)
- Kendini bir yerde bulmak: Farkında olmadan bir yere ulaşmış olmak: Tanımadığı bir bahçede kendini bulmuştu.
- Kesesine bir şey girmemek: Hiçbir yarar veya kazanç sağlamamak: Belki onun da kesesine bir şey girmedi. Ama milletin kasesinden çıkan? Milletin damarlarından akan? Bunların hiç mi sorumlusu yok? (Ş. S. Aydemir)
- Kırk yılda bir: Pek seyrek olarak: Kırk yılda bir tutan öfkem, kırk yılda bir işe yaradı. (A. N. Asya)
- Söz bir, Allah bir: Verilen sözden dönülmeyeceğini anlatan bir söz: "Sen gönlünü rahat tut!" dedi Fahri Usta "Bizde söz bir, Allah bir!" (C. Gündoğdu)
- Surat (suratı) bir karış: Öfkeli ve somurtkan: Bu sabah da uyandığından beri suratı bir karış. Belli ki gece yenilme korkusu ile suratına çöreklenen görüntü halen asılı duruyor. (K. Çevik)
- Temiz bir dayak atmak: Adamakıllı dövmek: Paşanın adamları bunları görünce temiz bir dayak atarak şehrin dışına atmışlar.
- Temiz bir dayak yemek: Adamakıllı dayak yemek: "Temiz bir dayak yiyin de aklınız başınıza gelsin." (A. Çankırılı)
- Tırhallı, hep bir hâlli: Aynı şartlar altında bulunanların aynı durumda olduklarını anlatmak için söylenen bir söz.
- Tutunacak bir dal aramak: Güvenilecek, dayanılacak bir insana ihtiyaç duymak: Tutunacak bir dal arıyordu ve "İnşallah bu hal ve bu durum hayra alamettir?!" diyerek içinden kendi kendini teskin etmeye çalıştı. (Z. A. Zorbulut)
- Üstüne bir bardak (soğuk) su içmek: (alay yollu) O işten umudunu kesmek, o işin olacağına inanmamak, o işten vazgeçmek: "Sen ondan o beş yüz lirayı kat'iyen alamazsın. Üstüne bir bardak soğuk su içsen iyi olur." (H. F. Gözler)
- Üstüne bir iki güneş doğmak: Aradan birkaç gün geçmek: Üstüne bir iki güneş doğdu çıkageldi.
- Yerle bir (yeksan) etmek (olmak): Temeline kadar yok etmek: "Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti" (Arâf, 143)
- Yerle gök bir olsa: "Sonu ne olursa olsun" anlamında her şeyin göze alındığını anlatır: Yerle gök bir olsa elimden kurtulamazsın. (A. Püsküllüoğlu)
Ayrıca bkz.: Bir ile ilgili atasözleri ve anlamları
Soru/Yorum Gönder