Vermek ne demektir? Vermek ile ilgili atasözleri, deyimler ve anlamları

Güncellenme: 25 Kasım 2025 Soru/Yorum: 0
  1. Bir şeyi başkasına eriştirmek, ulaştırmak: Kalemi verir misiniz?
  2. Karşılıksız olarak bırakmak ya da bağışlamak: Onlara ne verdiyse hep gönlünden.
  3. Ondan bilmek: Saygısızlığını hoşgörün, çocukluğuna verin.
  4. (Düşünsel şeyler için) Başkalarına iletmek: Cevap vermek. İzin vermek.
  5. Döndürmek, dayamak, yöneltmek: Sırtını duvara vermek. Belini ağaca vermek.
  6. Bir duygu oluşturmak, bir hale yol açmak: Zevk vermek. Acı vermek. Zahmet vermek.
  7. (Eğlenceli toplantı vb.) Düzenlemek: Şölen vermek. Davet vermek. Resepsiyon vermek.
  8. (Bayan için) Evlendirmek: Kız vermek.
  9. Ödemek: Borcunu vermek. İlk taksiti vermek.
  10. Yaymak, saçmak: Ses vermek. Duman vermek. Koku vermek. Işık vermek.
  11. Ürün üretmek: Bu tarla bire beş verir.
  12. Oluşturmak: ... kuru yapıtlar verenlerin bir sonuca varacaklarını sanmıyorum. (A. Binyazar)
  13. Hepsini ... durumuna sokmak: Ateşe vermek. Velveleye vermek. Heyecana vermek.
  14. Sahip kılmak: Yetki vermek. Kredi vermek. Diploma vermek.
  15. Satmak: Ucuz pahalı deme de ver gitsin; ver de kurtul.
  16. Kazandırmak: Hareket vermek. Biçim vermek.
  17. Bir şey ayırmak: Zaman vermek.
  18. Bir şey harcamak: Emek vermek.
  19. Doğurmak: Kezban, ona yedi evlat vermişti.
  20. Bilgi edinmesi için göndermek: Okula vermek. Kursa vermek.
  21. (Kumaş) Solmak, rengini atmak, boyası çıkmak: Bu çamaşırlar renk veriyor.
  22. Yardımcı eylem olarak kullanıldığında tezlik ya da istek bildiren birleşik eylemler oluşturur: Gidivermek. Yapıvermek.

Vermek ile ilgili deyimler ve anlamları

İçinde "vermek" kelimesi geçen deyimler, açıklamaları ve örnek cümleler:
( atasözlerine geç )

  • Ver elini ...: Ansızın verilen bir kararla yola çıkıldığını anlatan bir deyim: Bir sabah düşeriz yola, ver elini İstanbul. (Y. Bahadıroğlu)
  • Ver yiyeyim, ört yatayım, bekle canım çıkmasın: Kendisi çalışmayıp sürekli başkalarından hizmet bekleyen, rahatına düşkünlerin durumu: Yemeğe gelince kurt, çalışmaya gelince odun. Ver yiyeyim, ört yatayım, bekle canım çıkmasın. (N. Muallimoğlu)
  • Verilmiş sadakası olmak (Verilmiş sadakan varmış): Kötü bir durumun ucuz atlatılmasının sebebi, bu durum başa gelmeden önce yapılan bir iyilik karşısında alınan iyi dualar olmasıdır: Doktor dedi ki oğlum verilmiş sadakan varmış, o kazadan böyle darbe almakla kurtulduğuna şükür et (Z. Doğan). "Verilmiş sadakan varmış abi, Azrail'i boş gönderdin..." (S. Çiçek)
  • Verip veriştirmek: Ağzına geleni söylemek: Köpürdü taştı iyice, verip veriştirdi. (M. Şeyda)
  • (birine) Acı vermek: Üzülmesine sebep olmak, incitmek: Karısının bu sözleri acı veriyordu ona. Cevabı yoktu çünkü.
  • Açık çek vermek: Sınırsız yetki vermek: Patronum bana açık çek vermişti, bu ihaleyi kazanmam için... (T. Şimşek)
  • Açık vermek:
    1. Gelir gideri karşılamamak: Müşteriye fazla para üstü verince kasa açık verdi akşam.
    2. Yapılan hesap tutmamak: O tilkiyse ben kuyruğum, hiç açık verir miyim?
    3. (mecazi) Gizlenmek istenen bir şeyin istemeden yanlışlıkla anlaşılmasına neden olmak: Bence bizim köstebek çift taraflı çalışmaktan ziyade deşifre oldu. Anlayacağın açık verdi. (M. Duygu)
  • Ad vermek: Adlandırmak: Dede Korkut gelir: "Bir boğa öldürmüş senin oğlun, adı Boğaç olsun; adını ben verdim, yaşını Allah versin" der. (A. Binyazar)
  • (birinin) Adını vermek: Birinin adını söylemek: Bunlar yaşama yolunda bir engele çarptılar mı hemen dedelerinin adını verirler ve kendilerini güçlükten sıyırıp çıkarırlardı. (İ. O. Anar)
  • Ağız ağıza vermek: İki kişi birbirine pek yakın durup başkaları işitmeyecek şekilde konuşmak: Genç çiftlere baktı. Ağız ağıza vermişler, gülümseyerek konuşuyorlardı. (İ. Sarıibrahimoğlu)
  • Ağız dil vermemek: Konuşmamak, susmak: Yalnız ağlamayı biliyordu. Başkaca ağız dil vermiyordu (F. Baykurt). Küstümotu gibi davranıyor, ağız dil vermiyordu. (İ. Bozdağ)
  • Ağzını kiraya vermek: Kendini de ilgilendiren bir konuda düşüncesini söylememek: Adamı dinden imandan edersin. Yahu bir şey söylesene, ağzını kiraya mı verdin?
  • (birine) Ağzının payını vermek: Verilen karşılıkla, bir kimseyi pişman etmek: "Çok doğru söylüyorsun. Keşke sen de yaşının sporlarını yapabilseydin!" Esra ona da ağzının payını verdi: "Sen kendini spor yapıyor mu sanıyorsun? Berke dese anlarım da, senin göbeğine ne demeli?" (İ. Selman)
  • Ahenk vermek: Hoşa gidecek zevkli bir hava getirmek: Öyle yanık bir ahenk vermiş ki sesine, gelen geçen birer tane almadan edemiyor. (M. Makal)
  • Akıl vermek: Çözüm yolu göstermek, akıl öğretmek: Onun derdini dinleyip, akıl veriyordu. (A. Kilimci)
  • Akıllara durgunluk vermek: Çok şaşılacak bir şey olmak: Bir anne karnında, dünyaya gözlerini açan insanın hali akıllara durgunluk veren, harika gelişmelerle mümkün olmaktadır. (H. Ertuğrul)
  • Aklını başka yere vermek: Üzerinde konuşulan konudan başka bir şey düşünür olmak: Aklını başka bir yere vermesi gerekiyordu. Onu mutlu edecek bir şeyleri düşünmeye çalışıyordu. (B. Eyüboğlu)
  • Al abdestini, ver pabucumu: Nasrettin Hoca'nın bir öyküsünde geçen deyim. İlişkileri kesmek istendiğinde söylenir: Memur aylığıyla bu iş yürümez. Al abdestini, ver pabucumu dedim, istifamı verdim. (A. Nesin)
  • Al gülüm, ver gülüm: Yapılan bir işin ya da davranışın karşılığının hemen verilmesinin istendiğini anlatır: Aklımda kalan tecrübe; özellikle bu gibi şeylerde, al gülüm ver gülüm. Al parayı, ver tapuyu. Eğer bu olmuyor ise hadi size güle güle... (F. Babacan)
  • Al takke ver külah:
    1. Uzun bir çekişmeden sonra, çekişe çekişe: Al takke ver külah, pazarlığa oturdum. Herifi iki bin kaymeye razı ettim. (A. Say)
    2. Aralarındaki senli benli ilişkiyi sürdürerek: İktidar büyükleri ile "al takke ver külah" türünden samimiyetlere girer, iş çevrelerinin yemeklerinde, yalı ziyaretlerinde baş köşelere otururdu. (U. Mumcu)
  • Alacağına şahin vereceğine karga: Alacağını koparıp alan, borcunu savsaklayan kimse (olmak): Alacağına şahin, vereceğine kargadır. Sakın kolunu kaptırma, kurtaramazsın. (H. F. Gözler)
  • Alıp vereceği olmamak:
    1. Borcu ya da alacağı olmamak.
    2. (mecazi) Biriyle hiçbir ilgisi olmamak: Onunla ne alıp vereceğim olabilir ki?
  • (biriyle) Alıp verememek: "Aranızdaki anlaşmazlık nedir?" anlamında soru olarak kullanılır: Onunla alıp veremediğiniz nedir? Ne alıp veremiyorsunuz?
  • Allah akıl fikir versin (akıllar versin): Akılsızca bir davranışta bulunanlar için kullanılır: Millet iyice yedi kafayı. Allah akıl fikir versin. Olan zavallıya oldu. (K. Çevik)
  • Allah başka dert vermesin: Başına gelen şeye çok üzülen kimselere söylenen "daha kötüsü de olabilir, üzülme" anlamında bir teselli sözü: Bu yıl kazanamazsam, gelecek yıl, daha öbür yıl kazanırım. Allah başka dert vermesin. (A. Nesin)
  • Allah (bin bir) bereket versin: Kazancın artması ve Allah'a şükretme duygusunu belirtir: Velinimet bildiği müşterisiyle "Siftah senden bereket Allah'tan" diyerek başladığı alış verişini "Allah bereket versin" niyazı ile tamamlıyordu. (H. Bilecik)
  • Allah cezasını vermesin (cezasını versin): Yarı şaka, yarı şaşma yollu, kimi zamanda gerçek öfkeyle söylenir: "Hay Allah senin cezanı vermesin Murtaza! Bir çuval inciri berbat ettin." (Ş. E. Yılmaz)
  • Allah dert verip derman aratmasın: Allahü Teâlâ, bir sıkıntıya düşürmesin anlamında bir dua ve dilek sözü: Allah kimseye dert verip derman aratmasın! Allah kimseyi doktora, hocaya düşürmesin... (K. Tahir)
  • Allah devlete millete zeval vermesin: Devlet eliyle gelen bir şeyden faydalanıldığı zaman söylenen şükür ve hayır dua sözü: "Bugün barakalarımıza girdik. Allah devlete millete zeval vermesin. Şimdi yerimiz sıcacık. Yaralarımız sarıldı." (Y. Kemal)
  • Allah dirlik düzenlik versin: (aile hayatı için) İyi geçim dileğiyle söylenir: İkisinin elini buluşturur: "Allah dirlik, düzenlik versin, Allah rahatınızı bozmasın." diyerek onları yalnız bırakır. (K. Timur)
  • Allah düşmanıma vermesin: Anlatılan bir kötülüğün, kötü bir durumun önem ve ciddiliğini belirtmek için söylenir: Of of, Allah düşmanıma vermesin, evlat acısı zor. (Kolektif)
  • Allah ecir sabır versin: Başsağlığı dileği sırasında söylenir: Başınız sağ olsun, Allah ecir sabır versin, mekanı cennet olsun, ne yapalım emir büyük yerden.
  • Allah emeklerini eline vermesin: Allahü Teâlâ emeklerini boşa çıkarmasın.
  • Allah gecinden versin: "Çok yaşa", anlamında kullanılan dilek sözü: Ama "Allah gecinden versin" ya ölürlerse. (B. Tevfik)
  • Allah gönlüne göre versin: Allahü Teâlâ dileğine göre versin: "Allah razı olsun evladım... Tuttuğun altın olsun... Allah gönlüne göre versin..." diye arka arkaya hayır dualarını dizdi. (A. Nesin)
  • Allah gönül kışı vermesin: Soğuk havadan ve çetin kış şartlarından şikayet edenlere "Allah üzüntü, dert, keder ermesin" anlamında söylenen bir teselli sözü.
  • Allah hayrını (iyiliğini) versin: Sevilen bir kimsenin değişik ve yadırganabilecek bir davranışı karşısında kullanılan tatlı bir sitem ve alay sözü: Şaşkınlığı artmıştı; "Selmân, kardeşim; Allah hayrını versin, inanılır gibi değil!... Galiba bu kez de doğruca Nusaybin'e gittin." (E. Subaşı). Müslüm Dayı: "Ulen çocuk! Allah iyiliğini versin e mi! Korkuttun beni..." diyerek Şahin Bey'e doğru yürüdü. (S. Yıldız)
  • Allah layığını versin (Allah müstahakını versin): (Ciddi olarak ya da şakadan) Çıkışma anlatan bir söz: Tuh Allah layığını versin, bir çuval inciri pisletti (A. Nesin). Allah müstahakını versin Kâmil Bey, hiç güleceğim yoktu. (İ. Aksoy)
  • Allah manda şifası versin: Çok yemek yiyenler için yerme amaçlı şaka yollu söylenir: Allah manda şifası versin. Bir tencere dolma yenir mi bacım? Görülmüş duyulmuş şey değil! (Y. Tezcan)
  • Allah müstahakını versin: Duruma göre değişen bir temenni ve çıkışma sözüdür. Allah'tan, birisi için layık olduğu iyiliği veya kötülüğü vermesini istemektir: Müftü Efendi de, "Hay Allah müstahakını versin, hay Allah müstahakını versin" diye tatlı tatlı güldü (H. Tokdemir). "Allah müstahakını versin! Ulan, senin yüzünden İstanbul'dan başka yere tayinimi isteyeceğim!.." (Ü. Deniz)
  • Allah ne verdiyse:
    1. "Yiyecek olarak evde ne varsa" anlamında kullanılan bir deyim: Ve aleykümselâm. Buyur dede. Allah ne verdiyse bölüşürüz... Misafirle sadece yemeklerini değil, rüyalarını da bölüşmüşler. (B. Yazgan)
    2. (Dövüşte, kavgada) Tüm gücüyle: Gözümü yumduğum gibi Allah ne verdiyse daldım. Birilerine vuruyorum vurmasına da, kim bana vuruyor ben kime vuruyorum belli değil. (V. Çetin)
  • Allah ömürler versin: Saygı gösterilen bir kimseye selam ya da teşekkür olarak söylenir: Allah ömürler versin efendim.. Bendenize karşı gösterdiğiniz sühulet ve ibzal buyurduğunuz lûtfu inayetten dolayı zâtı âlinize minnettarım. (A. T. Simer)
  • Allah rahatlık versin!: Yatmaya gidilirken söylenen iyi dilek sözü: Allah rahatlık versin. Bir şey istersen karyolanın başındaki düğmeye bas. Emine uyanır ve yanına gelir. (P. Safa)
  • Allah selamet versin:
    1. Yola çıkanlara, Allahü Teâlâ kazadan beladan korusun anlamında söylenir: Ey oğul! Gideceği vakit yemek yedirmeden bırakma. Belli bir yere kadar yolcu et, "Allah selamet versin" diye dua et. (A. Türkan)
    2. Sevilen bir kimse anılırken söylenir: İlkokul yıllarında bir öğretmenimiz vardı. Yaşıyorsa Allah selamet versin, ölmüşse Allah taksiratını affetsin, beni çok severdi. (M. A. Bulut)
    3. Biri eleştirileceği zaman onun adından önce kullanılan bir giriş sözü: "Allah selamet versin iyi çocuktur, zeki çocuktur. Fakat hiç insafı yoktur..." (N. Yusoğlu)
    4. "Keyfin bilir, gidersen git" anlamında da söylenir: Yine en iyisini sen bilirsin. Gidersen Allah selamet versin, son pişmanlık faide vermez. (Tarih Vakfı)
  • Allah şifalar versin: Hasta için söylenen bir dua ve hayır temennisi sözü: "Dizlerim bir ağrıyor ki sorma." "Allah şifalar versin." "Amin, evladım amin. Allah'ım sizleri korusun." (Y. Akkaya)
  • Allah taşına toprağına bereket versin: Bir yerin bolluk ve verim içinde olmasını dilemek için söylenir: Allah, taşına toprağına bereket versin. Bu çarşıda işe atıldım, bu çarşıda kazandım ve yine bu çarşıda zengin oldum.
  • Allah verdi, Allah aldı: Bir sevdiğini, bilhassa evlâdını kaybedenlere söylenen teselli sözü: "Allah verdi, Allah aldı. Muhakkak biz Allah'ınız. Her şey onun emri ile olur. Ve muhakkak O'na döneceğiz" demişti. (S. Asımgil)
  • Allah vere (de): Dilek anlatır: Allah vere de bu çocuk yanlış bir iş yapmaya! (M. Akpak). Allah vere de kar yağmasa.
  • Allah vermesin: Bir şeyin olmaması dileğini anlatır: Allah vermesin, bunda öyle bir hastalık varmış, milyonda bir kişide ancak olurmuş... (A. Nesin)
  • Allah versin:
    1. İyi bir şey ele geçirenlere "Hadi yine işin iş" anlamında kimi zaman da takılma ve şaka için söylenir: "Allah versin, işlerin gayet iyi gidiyor."
    2. Sadaka isteyen bir dilenciyi savmak için söylenir: "Hadi Allah versin, Allah versin!" diyerek başından savanlara çok üzülür ve şöyle derdi: "Acaba bize kim veriyor?! Allah bize niçin veriyor?!.." (O. N. Topbaş)
  • Aman vermek: Canını bağışlamak, öldürmemek: Ve Mekke'lilere aman verdi. İslam ordusu Mekke'ye girmezden evvel Peygamberin şu emri etrafa yayılmıştı: 1. Kâbe'yi şerife girenler, öldürülmeyecek, 2. Ebu Süfyan'ın ve Hekim ibni Hüzzam'ın evinde oturanlar öldürülmeyecek... (K. Al-Anbiya)
  • Aman vermemek:
    1. Göz açtırmamak: Fakat bombalar, siper içinde kimseye aman vermiyordu! (M. Bıyıklı). Hastalık aman vermiyor.
    2. Acımadan öldürmek: Ordusundan kaçıp kendisine sığınanlara hiç aman vermez: "Hain, her yerde haindir" diye hemen boynunu vurdururdu. (Ö. Seyfettin)
  • Anlam vermek: Kendince bir yargıya varmak, yorumlamak: Dün ona söylediklerimize yanlış anlam verdi.
  • Ant vermek: Bir kimseden, o kimseye göre mukaddes veya çok önemli sayılan şeyleri öne sürüp üzerine yemin ederek bir şeyi yapmasını veya yapmamasını istemek: "Size Allah adına ant veriyorum, ceddimin Rasulullah (s.a.v) olduğunu biliyor musunuz?" (Seyyid Mustafa Muhsin Musevî)
  • Aralık vermek:
    1. Yeniden başlamak üzere bir işi kısa süre bırakmak: Delegeleri uyarmak maksadıyla olacak ki oturuma aralık verdi. (F. Belen)
    2. Harfler veya satırlar arasında boşluk bırakmak.
  • Araya vermek: Yararsız bir işe harcamak: Bir kilo kıymayı araya verdi
  • Arka arkaya vermek: Birbirini korumak için birleşmek, dayanışmak, birbirine yardımcı ve destek olmak: Arka arkaya vermişler, iki hamlede rakiplerinden ikisini haklamışlardı. (Y. Bahadıroğlu)
  • Arka vermek: Desteklemek, dayanmak: Hükümet bir arka verdi, balıkçı gırgırları, taratalar, manyatlar satın aldık bir solukta. (T. Cılızoğlu)
  • Arkasını (birine) vermek: Birinin koruyuculuğuna güvenmek, başka birine dayanmak: Dağıldıkça büyüyen, kırıldıkça bilenen bir kuvvete arkasını vermek istiyordu. (S. Demirkan)
  • Ata et, ite ot vermek: Bir şeyi gereksinimi olmayana, bir görevi yeteneği olmayana vermek; bir işi ters yapmak: Hal böyle olunca da at izi it izine karışıyor, ata et ite ot vermeye kalkıyor, ikisi birden gıdasızlıktan telef olup gidiyor... (T. S. Karatepe)
  • Ateşe vermek:
    1. Kundakla yakmak, yangın çıkarmak, tutuşturmak: Ancak birileri şantiyeyi ateşe verdi. (C. Aksu)
    2. Aşırı telaşa ve sıkıntıya düşürmek: Gözlerindeki hüzün ruhumu ateşe veriyordu.
    3. Savaş, kargaşa gibi nedenlerle bir ülkeyi sıkıntı ve yıkımlara uğratmak: O nura kapılarını kapatanlar canavar kesilir, kendi çıkarları için dünyayı ateşe vermekten çekinmez, insafsız tiranlara dönüşürler. (M. Kaplan)
  • Ateşe vursan duman vermez: Cimri olanlar için söylenir. Bu kişiler, en küçük harcamayı bile yapmaktan kaçınır, hiçbir şekilde maddi yardımda bulunmazlar.
  • Ayak vermek: Aşık atışmalarında dinleyicilerden biri uyak belirtmek: Çay geldi içtiler. Çay devam ederken oradakiler bir ayak verdi. Üç aşık saz ve sözle atıştılar. (M. Adıbeş)
  • Azap vermek: Acı çektirmek, üzmek: İyi niyetleri yüzünden kötülük gördüğünü düşünmek ona azap veriyordu.
  • Baş başa vermek: Birkaç kişi bir işi aralarında konuşmak üzere bir araya gelmek: Geceleri baş başa verip başlarına gelenleri bir söyler, iki dökerlermiş. (E. Sarı)
  • Baş vermek:
    1. Bir ülküyü gerçekleştirmeye çalışırken ölmek: Bu uğurda o günden bu güne ne Şehit'ler verdik. Onlar bu uğurda baş verdi. (İ. Arslaner)
    2. Ortaya çıkmak, belirmek: Yürüdükçe günün yorgunluğu, sabahki tartışmanın huzursuzluğu hepsi yitti! İçimde bir sevinç baş verdi! (Ö. Ç. Özeren)
    3. Buğday, arpa gibi bitkiler büyüyüp başakları belirmek.
    4. (denizcilik) Rüzgarı ya da akıntıyı başa almak.
  • Başını vermek: Kendini feda etmek: Sadullah Paşa, canı kadar sevdiği Vatanı ve ailesi için başını vermişti. Rahmetullahi Aleyh! (M. Ayaşlı)
  • Başlık vermek: Bazı bölgelerde, evlenirken kızın babasına oğlanevi tarafından para veya mal vermek: Seni bana vermezler, vermezler. Ben fakirim, param yok ki, başlık verip alayım seni. (M. F. Kotan)
  • Beğenmeyen kızını (küçük kızını) vermesin: Bir durumun beğenilmemesi karşısında, beğenmeyenin umursanmadığını anlatan bir söz: "Adam sen de, kimsenin gözüne girmeye niyetim yok, beğenmeyen kızını vermesin, ben bir can daha kurtardım ya!" deyip başını öte tarafa çevirmiş. (Y. Ölmez)
  • Bel vermek:
    1. (Duvar gibi dik şeyler) Dışarıya doğru ya da (tavan, kiriş gibi yatay şeyler) aşağıya doğru kamburlaşmak: Duvarların sıvası dökülmüş, çatı bel vermiş. Kiremitler gömgök yosun. (M. Başaran)
    2. (mecazi) Herhangi bir konuda destek olmak: Hepimizin rahatlığı, keyfi adına.. Bel verip köprü kuracaksınız, sırt verip kaldırım düzeceksiniz. (İ. Tarus)
  • Belini vermek: Dayanmak, yaslanmak: İsmail Ağa ötede ince bir çam gövdesine belini vermiş susuyor, düşünüyordu. (Y. Kemal)
  • Bereket versin:
    1. Para alan kimsenin söylediği iyi dilek sözü: Adam parayı verince, bereket versin ağa, Allah uzun ömür versin ağa, demeyi unutma. (M. İzgü)
    2. Bir kimsenin bir durumdan hoşnutluğunu anlatan söz: Bereket versin ki, karşısına teşhisi müşkül bir hastalık çıkmadı. (Y. K. Karaosmanoğlu)
  • Bıkkınlık vermek: Bir şeyi sürekli tekrarlayarak karşısındakini usandırmak: Sekiz sene süren süren yeknesak bir hayat, bıkkınlık vermişti. (A. Rasim)
  • Bir elle verdiğini öbür elle almak: Yapıyormuş göründüğü bir iyiliği, elde ettiği çıkarlarla karşısındakine pahalıya ödetmek: Zira alınan vergi miktarı kadar bir harcama yapılırsa hükümet bir elle verdiğini diğer elle geri almış olur. (İ. Ü. Maliye Ens.)
  • Bire ... vermek: (Buğday, arpa, nohut, fasulye gibi ürünler için) Toprak, ekilen tohumun ... katı kadar ürün vermek: Yorulmamış toprak mevsimin yağmurlu gitmesi neticesinde bire 60 verdi. (K. Tahir)
  • Bohçasını koltuğuna vermek: Kovmak, işine son vermek: Hani yanılıp da bunu yapmış olsaydı hatır gönül tanımayacak, bohçasını koltuğuna verdiğim gibi kapı dışarı edecektim. (M. K. Su)
  • Borç vermek: Birine, daha sonra geri ödemek kaydıyla para vermek: Biraz o borç verdi, biraz babam borç verdi. "Borç yiğidin kamçısıdır" diyerek bana bir perdeci dükkanı açtılar. (F. Alpkıray)
  • Boş vermek: (argo) Aldırmamak, umursamamak: Ama boş ver, olmuş gayri... Olmuşla ölmüşe çare var mı? İşimize bakalım biz... (Y. Koray)
  • Boşa vermek: Boş geçirmek: Kendi kuvvetli iken arazisinin harap olmasını veya alim iken "boşa verdi" denilmesini istemedi. (A. Aydemir)
  • Boy vermek:
    1. (Su) İnsan boyunu aşacak derinlikte olmak.
    2. Dalarak suyun derinliğini boyuyla ölçmek: Baktım, oğlan suda yatay değil de aşağısı ağır çeken bir kütük gibi dimdik boy vererek batıp çıkıyordu. (H. İ. Dinamo)
    3. Büyümek: Her bitki, her toprakta boy vermez (D. A. Taşçı). Ekinler boy verdi.
  • Boyun vermek: Buyruk altına girmek, itaat etmek, boyun eğmek: Geldi İbrahim cihanın bağına / Boyun verdi Hakk'ın her buyruğuna (Zârî Dîvânı)
  • Bozuntuya vermemek: Bir kimsenin hoşa gitmeyen bir durumunda fark etmemiş gibi davranmak: Gülizar sinirlendiyse de bozuntuya vermedi. (O. Kemal)
  • Can alıp can vermek: Büyük bir sıkıntı ve acı içinde olmak, bunalmak: "Geride canımdan bir parça olan tertemiz bir oğul bırakıyorum." dedi. Konuşurken can alıp can veriyordu. (M. Büyükşahin)
  • Can vermek:
    1. Ölmek: Bayrak bize coşkun akan kan verdi / Bu uğurda nice yiğit can verdi (İ. Sarı)
    2. Güç vermek: ... neşelenmişler, gamlarını unutmuşlar, sonlarını hatırlarına getirmez olmuşlardı... Barut kokusu insana adeta can veriyordu. (B. Büyükarkın)
    3. Canlandırmak, yaşar duruma getirmek, daha canlı duruma getirmek: İyi bir kitap insana can veren kan gibidir. (H. Koral)
  • Canını vermek:
    1. Ölmek: O zavallı ve kararsız âşık "Leylâ!" dedi ve tatlı canını verdi. (N. H. Onan)
    2. Kendini harcamak, feda etmek: "İnsanlardan bazı kimseler vardır ki, Hak Teâlâ'nın rızâsını kazanmak için canını verir." (Bakara Süresi: 207)
    3. Bir şeye çok düşkün olmak, çok sevmek: ... üç kuruş için takla atar. Mala mülke canını verir. (T. Akansu)
  • Cepten vermek: Kendi kasasından, kendi malından ödemek: (...) üstüne 15.500 TL da cepten verdim. Adamın parası bile bana hayır getirmemişti. (K. Baytaş)
  • (birine) Cesaret vermek: Birini yüreklendirmek, yılgınlığını gidermek: Buralardaki insanların çokluğu onlara cesaret veriyordu. "Herkes bizim gibi, elle gelen düğün bayram." diyorlardı. (A. F. Bak)
  • Ceza vermek:
    1. Cezalandırmak: Disiplin kurulu ceza verdi ve hücreye atıldı.
    2. Para cezası ödemek: Geçen gün beş yüz lira park cezası verdim.
  • Curcunaya vermek: Ortalığı karışık, gürültülü duruma sokmak: Öğretmen çıkınca öğrenciler bir dakikada sınıfı curcunaya verdiler.
  • Çarka vermek: (Kesici araçları) Bileyi çarkıyla biletmek: Kurban bayramı geliyor. Bıçakları çarka verdik. (A. Püsküllüoğlu)
  • Çeki düzen vermek: Dağınık bir şeyi ya da hali düzgün duruma getirmek, derleyip toparlamak: Aynanın karşısına geçip kürkünü, üstünü başını düzeltti, çekidüzen verdi kendisine (V. Sağlam). Ortalığa biraz çekidüzen verdi. Masanın üzerinde darmadağın duran kâğıtları, kitapları kaldırdı... (N. Gürsel)
  • Çırak vermek: Çırak olarak çalışması için bir iş yerine göndermek: Keşke okutabilseydim seni. Okutamadım. Bari bir meslek edinesin, dedim, çırak verdim. (Y. Bahadıroğlu)
  • Dal vermek: Dayanmak, sırtını yaslanmak: Yamanlıklarından öte heriflere dal veren, akıl veren çok. (Ö. Polat)
  • Değer vermek: Önem vermek, saygı göstermek, değerli saymak: Hoca iyi adamdı, kendilerine değer veriyordu. (A. E. Kavaklı)
  • Delinin eline değnek vermek: Kötülük yapabilecek bir kimseye fırsat vermek: "Bu adamı milletvekili seçmek, delinin eline değnek vermek!" diyordu. (R. Enis)
  • Demeç vermek: Bir konuda açıklama yapmak: Devlet Memurları Kanununun 15'inci maddesi demeç vermeye yetkili olan memurlar dışındaki memurların basına bilgi ve demeç vermesini yasaklamaktadır.
  • Ders vermek:
    1. Öğretmek, yetiştirmek: Beni sınavlara hazırlamak amacıyla ders veriyordu. Ders başlamadan önce beni güdülemek için kısa bir sohbet açar ve beni konuşturarak rahatlatırdı. (H. Çetin)
    2. Uyarıcı, yol gösterici sözler söylemek ya da davranışlarda bulunmak: Öğretmenimiz o gün bana çok güzel bir ders verdi: Karşımdaki kişinin bakış açısını anlamak için kendimi onun yerine koymam gerekiyordu. (A. Alıcı)
    3. Azarlamak, sert bir karşılıkla yola getirmek: Hatun kişi bize bir ders verdi ki, ne ders... Hepimiz başımızı önümüze eğdik, sükûtla huzura daldık. (B. Civelek)
  • Dersini vermek: Uyarmak için birine, hoşuna gitmeyecek yola getirici bir davranışta bulunmak: Bana yaptığını kim bilir kaç kişiye daha yapmaya kalkmıştı ki, biri çıkmış, dersini vermişti. (R. Ilgaz)
  • Dile vermek: Gizli tutulması gereken bir şeyi açığa vurmak, duyurmak, yaymak: Sırrını dile verdi.
  • Direktif vermek: Talimat vermek, emretmek, buyurmak: Selim Bey masanın başında bizi seyrediyor, direktif veriyordu. (H. E. Adıvar)
  • Dizginleri ele vermek: Başkasının yönetimini kabullenmek: Dirilerin dizginleri niçin ölülerin eline verilmiştir? (Z. Gökalp)
  • Döl vermek:
    1. Yavru vermek, üremek: Her dişi döl verdi, bense kupkuruyum. Hiçbir şey çocuğa olan meylimi gideremiyor. (H. Karatay)
    2. Ürün vermek.
  • Duman vermek:
    1. Çok duman çıkarmak: Rafta duran gaz lambası duman veriyor, ama geniş mindere oturmuş olan iki kadın bunu fark etmiyordu.
    2. (mecazi) Ortalığı karıştırmak: Hele bir kıpırdayan olsun, hele bir lâhavle diyen olsun, ortalığı tilki deliğine duman vermiş hâle getirir, küser okumazdı. (Türk dili)
  • Düzen vermek: Düzenlemek, dağınıklıktan kurtarmak: Eliyle saçına düzen verdi. (G. Sarı)
  • Ecel aman verirse: Ölmezsem, ömrüm yeterse: "Hay hay, ecelden aman bulursak gelirim" (F. Türkoğlu). Ecel, aman verirse onun için de bir kitap yazıp Mîr Süleyman'ın yaptıklarını orada söyleriz. (H. N. Atsız)
  • Eğitim vermek: Belli bir bilim dalı veya sanat kolunda yetiştirmek: Öğrencilerine kıraat, fıkıh, hadis, tefsir alanlarında eğitim verdi.
  • Eğreti vermek: Ödünç vermek: Kenan, eğreti verdiği smokinin orasını burasını iğnelemişti ya, bana uysun diye... (A. Nesin)
  • El ele vermek: Bir konuda yardımlaşmak amacıyla birleşmek: Karımla el ele verdik, bu acı günleri pekâlâ yendik. (O. Çetinoğlu)
  • El vermek:
    1. Yardım etmek: Kime el verdi felek böyle beyim dünyada
    2. İmkan sunmak: Sevgilinin serkeş zülüfleri el verdi de, ayağına baş koydum. (İ. Pala)
    3. Tarikatlarda, mürşit, bir müride başkalarına yol gösterme izni vermek: Şeyh dünyadan göçerken Hacı Bayram'a el vermiş, Hacı Bayram Veli Ankara'ya dönmüş, Bayramîlik yolunu açmış. (Virgül)
    4. Bazı hastalıkların tedavisinde kullanılan usulleri bir başkasına öğretip, bir hastalığı iyi etme yeteneğini devretmek: Yani anneme de annesi el vermiş. Annemin anlattığına göre, "Annem bana el vermeden önce ona heveslenerek birkaç sarılığa okumuş fakat iyi edememiştim. Ama annemden el aldıktan sonra, bu işi başarabildim." (TDK)
    5. Kağıt oyunlarında karşı tarafa elde olan ya da olmayan nedenle, oyun üstünlüğü tanımak.
  • Ele vermek:
    1. Suçlu bir kimseyi haber verip yakalatmak: Yoldaşlarını ele veren kişi o sıralar devletin çıkarları uğruna görev yapıyordu!
    2. Ortaya çıkarmak: Yüzündeki ifade kendini yine ele vermiş olacak ki, "Söyle söyle," dedi Ali Bey alaycı bir tavırla. (E. Ş. Mengi)
  • (birine) Elini veren kolunu alamaz (kaptırır):
    1. Birinin bir kimseden gördüğü yardımdan sonra daha büyüklerini istemesi: Baldırı çıplak takımı kanaatsizdir. Verdikçe isterler. Elini veren kolunu alamaz onlardan. (H. Kıyafet)
    2. Aldığını vermeyen daimî almak isteyenler için söylenir: Dedikodulara kulak verilmeliydi. Ona elini veren kolunu kaptırıyordu. (N. Kaya)
  • Emanet vermek: Geri almak üzere vermek: Sağ salim getirmek şartıyla birkaç günlüğüne emanet verdi.
  • Emek vermek: Çok ve özenli çalışmak: Çalıştı, didindi, emek verdi ve kazandı. (K. B. Çağıl)
  • Emir vermek: Belirli bir davranışta bulunmaya zorlayıcı söz söylemek: Sultan Selim, Şam'da ordunun kış hazırlığı yapması için emir verdi. (E. B. Merdivan)
  • Emrine vermek:
    1. Atamak, görevlendirmek: Bir manga asker seçilip emrine verildi. (M. Uslu)
    2. Yararlanması için ayırmak: Yurdun tüm kaynakları ordunun emrine verildi.
  • Ere vermek: Kızı evlendirmek: Bu kızcağız suçsuzdur. Sevmediği ere verdiler. Er de er çıkmadı. (M. F. Kotan)
  • Eziyet vermek: Zahmet çektirmek: (Resulüm!) Kulumuz Eyyub'u da an. Hani O Rabbine: "Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk ve eziyet verdi," diye seslenmişti. (Sad Suresinden)
  • Falso vermek: Yanlış davranışta bulunmak, kendisini güç duruma sokabilecek ya da bilgisizliğini gösterecek bir şey yapmak: Bin kere falso vermiş olabilirdi yaşamında ve bunun neyi gösterdiğini öğrenmişti sonunda. (N. Çağlayan)
  • Fasıla vermek: Ara vermek, kesmek: Bayram konuşmasına kısa bir fasıla verdi. İçini çekti, sonra: – Nihayet bir gün, diyerek bahse yeniden döndü. (Z. Karadeniz)
  • Fayda vermek: Etkisi olmak, işe yaramak, yarar sağlamak: Bu üç ihlaslı şahsın yalvarıp yakarmaları fayda verdi. Allah (c.c.) onların dualarını kabul buyurdu ve onları içinde bulundukları sıkıntıdan kurtardı. (H. Özdemir)
  • Ferahlık vermek: İç açmak, rahatlık hissettirmek: Lavanta sakinleştirir, nane ferahlık verir.
  • Fesada vermek: Ara bozmak, ortalığı karıştırmaya çalışmak, insanları birbirine düşürecek işler yapmak: Kim ortalığı fesada verdi? Köy bu lâfınan çalkalanıyormuş. (A. Sayar)
  • Fetva vermek:
    1. (Yetkili din bilginleri) Bir sorunu İslam dini açısından değerlendirmek ve yargıda bulunmak: Ebu Said, halifeye onların öldürülmesi hakkında fetva verdi. Çünkü ona göre, onlar yalnız Müslümanlara değil, Yahudi ve Hristiyanlara da muhalefet ediyorlar ve yıldızlara tapıyorlardı. (A. Erkan)
    2. Bir şeyin yapılmasını yerinde görüp izin vermek, müsaade etmek: Size bu konuda kim fetva verdi, diye çıkıştı. Adamlar: Hz. Ali, deyince sakinleşip, O verdiyse mesele yoktur. O, insanlar arasında sünneti en iyi bilen kişidir, dedi (H. Kara). Müftü, diyanete göre fetva verir. Kadı ise, zahire göre hükmeder. (S. M. E. Er)
    3. (mecazi) Gereksiz yere emir verir gibi konuşmak: Sabahtan akşama kadar fetva verip duruyor.
  • Fırsat vermek: (Birisine) Bir iş için uygun koşulu sağlamak: ... ve ben ona bir değil bin parça lokma vermeye talibim. Hak bana fırsat verdi ve mal mülk ihsan eyledi, bu acımazın kara gönüllünün ise elinden aldı. (Ş. S. Şirazi)
  • Fikir vermek:
    1. Düşüncesini bildirmek: Bir fikir vermek için birkaç misal zikredelim. (Z. F. Fındıkoğlu)
    2. Bir görüşe ya da inanca varmasını sağlamak.
  • Filiz vermek:
    1. Sürgün çıkmaya başlamak: Boğazın iki yakası filiz vermiş rengarenk bahar dallarıyla cennete benziyor. (N. Seçkin)
    2. (mecazi) Ortaya çıkmak: "... Anadolu'da kendi kendine filiz vermiş bir ulu çınar, büyük bir mustarip, büyük bir zekâ, büyük bir mürşid, büyük bir karakter ve nihayet ulu bir Türk" olarak niteleyecekti. (O. Karabulak)
  • Fire vermek:
    1. Eksilmek, azalmak: Topluluğumuz iki fire verdi (A. Püsküllüoğlu). Peyniri tarttık, fire vermiş ve azalmış idi.
    2. (mecazi) Mevcut varlığından, kuvvetinden bir kısmını kaybetmek: Çok zorlanmış, çok fire vermiş ama dayanmış. Çöken çökmüş, kalan göçmüş...
  • Fit vermek: Birini fitlemek, birinin bir kimseyle arasını açmak, hakkında kuşku uyandırmak, fitne sokmak: Düşman oğlu düşman. Ona fit veriyor, buna fit veriyor derken ortalığı karıştırıyor. Fit vermeyi bir kere kendisine uğraş edinmiş. (Türk Dili)
  • Fitil vermek: Kızdırmak, azdırmak, kışkırtmak, fitillemek: Çırağına fitil verdi, o da gidip adamın yazıhanesini bastı (B. Sezgin) ... fena adamlarız! Şeytan ne fitil veriyor, biliyor musunuz? (Mehmet Ali bey)
  • Fiyat vermek: Değer biçmek: ... hem de çok düşük fiyat vermişti, istese daha da kırabilirdi. Anlıyordu çocuğun iyice sıkıştığını. (O. Kemal)
  • Gaipten haber vermek: Görünmeyen alemle bağlantı kurarak gelecekten ya da bilinmeyen geçmişten haber vermek: O, Allah'ın vahyi ile gaipten haber vermişti.
  • Garanti vermek: Güvence altına almak: Gerekli yardımı yapacağına dair garanti veriyordu. (Y. T. Kurat)
  • Gayret vermek: İsteklendirmek, özendirmek, yüreklendirmek: Talebelerine azim verdi, gayret verdi, şevk ve heyecan verdi. (Kubbealtı)
  • Gaz vermek:
    1. Motorlu taşıtın gaz pedalına basmak: Babam motora durmadan gaz veriyordu. Neden bu kadar acele ettiğini anlayamamıştım. (H. Akın)
    2. (argo) Birini bir şey yapmaya yöneltmek, cesaret vermek, kışkırtmak: "Hadi oğlum Musa, haydi gençler devam, çok güzel" diyerek gaz veriyor, bizi coşturuyor, biz de bu coşkuyla deliler gibi top oynuyorduk. (M. Genç)
  • Geçit vermemek: (çay, ırmak, dağ) Geçilebilecek bir yeri olmamak, geçmesi imkansıza yakın olmak: Köyün etrafı geçit vermez yüksek dağlarla çevriliydi.
  • (bir şeyi) Geri vermek: Aldığı yere veya kimseye vermek, iade etmek: Tüccarlardan gasbedilen eşyayı geri verdi.
  • Gıcık vermek: Sinirlendirmek, birinin sinirlenip kızmasına yol açacak davranışlarda bulunmak: Bu adam da artık iyice gıcık verdi. (F. Develioğlu)
  • Göğüs vermek: Eziyete, sıkıntıya katlanmak, tahammül etmek: Bir genç azmi ve metaneti ile felâkete göğüs verdi. (H. C. Yalçın)
  • Gönül vermek: İçten sevmek: Gönül verdi yaşıtı bir delikanlıya. (A. Neşet)
  • Gözdağı vermek: Sonradan verilecek bir ceza ile korkutmak, yıldırmak, tehdit etmek, caydırmaya çalışmak: Kâbe'ye giderek müşriklere gözdağı verdi. "Vallahi," dedi, "Yeğenim Muhammed'i öldürecek olursanız, biliniz ki, sizden hiç kimse sağ kalmaz!" (V. T. Erdoğan)
  • Günahını vermez: Kendisine zararı olacak şeyi bile başkasına vermek istemeyecek kadar cimri ya da pinti: Değil kayık, adama günahını vermez. Koklatmaz bile. (T. Dursun K.)
  • (ortalığı) Gürültüye (patırtıya) vermek: Gürültü içinde bırakmak, herkesi telaşa düşürmek: Ortalığı gürültüye verip şirretlikle haklı çıkmak istiyordu. (A. Nesin)
  • Güven vermek: Güvenilir bir kişi (ya da bir şey) olduğu izlenimi bırakmak, itimat telkin etmek: Koruyor, seviyor ve güven veriyordu. Birini kaybetmiştim ama diğeri yanımdaydı işte. (Ş. Aksu)
  • Güvenmelik vermek: Bir kimseye pazarlığında anlaşılmış bir paranın küçük bir bölümünü önceden vermek, kapora vermek.
  • Haber vermek: Haber ulaştırmak, bildirmek: Hafsa, "Bunu sana kim haber verdi?" diye sordu. Muhammed (s.a.v.) de kendisine, "Bana her şeyi bilen Allah haber verdi..." dedi. (İ. Arsel)
  • Hak vere (olmak): Tarikat ehli tarafından, "yok, Allah versin" anlamında kullanılan bir söyleyiş: "Yok" sözü, hoş görülmez ve söylenmezdi. Bunun yerine bir şeyin bittiğini, tükendiğini anlatmak için: "Hak vere oldu" denirdi. (Mesneviname)
  • (birine) Hak vermek: Birinin davasını, savını doğru bulmak, haklı olduğu kanısına varmak: Arkadaşı da onun endişesine hak verdi (İ. Selman). Ömer genç kadına hak verdi. Kim olsa aynı şeylere takılırdı. (M. Baş)
  • Hakkını vermek: Bir şeyin istenildiği gibi olabilmesi için gerektiği kadar emek harcamak ya da gereç kullanmak: Sadece yapacağına inan, gerektiği gibi ve hakkını vererek çalış. Neler başaracağını izle... (M. Aksu)
  • Hararet vermek: Susatmak: Tuzlu tuzlu yedik, iyice hararet verdi. (O. Sarıgöz)
  • (bir şeye) Hayat vermek: Canlılık vermek, onu canlandırmak: O Allah ki insana hayat verdi, yarattı, yaşattı, öldürecek ve tekrar diriltecektir. (A. Batur)
  • Haz vermek: Hoşlanmasını sağlamak: Camilerin dimdik duran minarelerini görmek bana tatlı bir haz veriyordu. (N. T. Kepler)
  • Helallik vermek: Helal etmek, "helali hoş olsun" demek: Amcasının elini öptü, helallik verip helallik aldı (R. Durbaş). Kapısına gelmişti. Ona son bir kez helallik vermek ve ondan son kez helallik istemek için... (E. Dinç)
  • Hesap vermek:
    1. Kullandığı bir malın ya da yaptığı bir işin durumunu bir denetleyiciye göstermek: Sonra patrona sen hesap verirsin benden söylemesi. (Ö. Babur)
    2. Herhangi bir davranışın sebebini açıklamak, anlatmak: Artık bizimkilere sen hesap verirsin tamam mı? (İ. Selman). Toprağın altında, sadece Hakk'a hesap verirsin. (N. N. Türk)
  • Heyecan vermek: Heyecan duymasına sebep olmak: Tanışacağım yeni dostlar bana heyecan veriyordu. (E. Altaylı)
  • Hız vermek:
    1. Hızını artırmak, hızlandırmak: Çalışır durumdaki motorun yanına oturup, korku dolu haliyle tekneye hız verdi.
    2. Gayret vermek: Tarihi araştırmalarına yeni bir hız verdi. (İ. Kafesoğlu)
  • Hitam vermek: Sona erdirmek, bitirmek: Bir dua ile merasime hitam verdi. (G. K. Söylemezoğlu)
  • Huzur vermek: Gönül rahatlığı, dirlik vermek, dinlendirmek: Hikmet dolu sözleri gönüllere huzur veriyordu. (A. Ergül)
  • Hüküm vermek:
    1. İyice düşündükten sonra bir karara varmak: Oğlan çocuğunun, küçük kadına ait olduğuna hüküm verdi. (İbni Abdülhadi)
    2. Bir suçluyu mahkum etmek: Doğrudan sanığın ve yakınlarının beyanlarıyla hareket ederek onun suçsuzluğuna hüküm verdi. (Ş. Özkavukçu)
  • İcara vermek: Kiraya vermek: Ben tarlayı icara vermiş olacağım, o da bana yılda elli yarım buğday verecek. (F. Baykurt)
  • İcazet vermek: İzin, onay vermek: Çok geçmeden Pir'imiz icazet vermiş ve Güveç Abdal tekkesini kurmak üzere yola çıkmış. (B. Ganioğlu)
  • İcraya vermek: Alacağın borçludan alınabilmesi için icraya başvurmak: Banka alacağını icraya vermiş. İşte ödeme emri. (A. Kundakçı)
  • İfade vermek: (hukuk) Bir olayla ilgili olarak gördüğünü, bildiğini yetkili veya ilgili kimseye söylemek: "Görmedim, arkadan gelip vurdular. Belki de birine benzettiler benim düşmanım yoktur." diye ifade vermiş. (A. Aydemir)
  • İhtimal vermemek: Bir şeyin gerçekleşeceğini, olabileceğini hiç düşünmemek: Benim iftira atabileceğime hiç ihtimal vermiyordu. (Ö. Seyfettin)
  • İhtiyaca cevap vermek: Gereksinimini karşılamak: Burası artık büyük mahalle idi, bir cami ihtiyaca cevap vermiyordu. (Ş. Kırış)
  • İkrar vermek: Söz vermek: Gereği gibi Müslüman olduğuna dair ikrar verdi. (N. Araz)
  • İlham vermek: İçe doğmasına sebep olmak, esindirmek: Bir arkadaşımın yaşadıkları ilham verdi bana. (S. R. Öztürk)
  • İmkan vermek: Olanak sağlamak: Bizlere imkan verdi, aş verdi, yurt verdi. Kefereye karşı bizi dik tuttu. (B. Manav)
  • İmtihan vermek:
    1. Sınanmak: Allah her kuluna farklı bir imtihan veriyor. (H. Ertuğrul)
    2. Tehlikeli ve zor bir durumdan zarar görmeden iyi bir sonuca ulaşmak: Milletçe büyük bir imtihan verdik. (T. Ertüzün)
  • İmza vermek: İmza atmak: Şirketle anlaşma yapıldı, gitti imza verdi.
  • İnanca vermek: Güvence vermek: Bu işbirliğinin fiilî olması için şu inancayı vermek gerekir... (Y. H. Bayur)
  • İpucu vermek: Birine, aradığı, öğrenmeye, anlamaya çalıştığı bir şeyi bulmasına, öğrenmesine, anlamasına yarayacak bilgi vb.yi sağlamak: —Biraz ipucu versen? —Ama ipucu verirsem, hemen bulursunuz. (F. Bahtoğlu)
  • İstikamet vermek: Yöneltmek, yön vermek: Kafalarında, cemiyete yeni istikamet vermek düşüncesi yer eden bir çok filozoflar, politikaya girmek lüzumunu hissetmişlerdir. (Ş. Beysanoğlu)
  • İş vermek: Birine yapacak iş göstermek: İnsana iş değil, işe insan verelim ki, işin dilinden anlasın, ona göre hareket etsin. (S. Özakyol)
  • İşaret vermek: Bir araç kullanarak bir şeyi belli etmek: Ters yöne gitmeleri için işaret verdi. (U. Sarı)
  • Kabak tadı vermek: Aşırı tekrarlanması, sürdürülmesi yüzünden bir şeyden doygunluk, yorgunluk veya bıkkınlık duyarak onu istemez duruma gelmek: Bu değişmez ikramlar gerçekten kabak tadı vermişti sonunda... Bu senin eski nakaratın, kabak tadı verdi artık!
  • Kafa kafaya vermek: İki ya da birkaç kişi bir kenara çekilip bir işi konuşmak: Bunun üzerine kafa kafaya verip düşündüler. (S. Demiral)
  • Kan vermek: Hastaya, yaralıya nakil için kan aldırmak: "Birisi zorla iki ünite kan verdi, o kanlar sayesinde kızınız toparlandı," dedi. (Z. Genç)
  • Karar vermek: Bir sorunu karara bağlamak, kararlaştırmak: Plan değiştirip araba kiralamaya karar verdiler. (Ç. Acar)
  • Karşılık vermek:
    1. Küçük büyüğüne karşı gelmek: Anana babana karşılık verme.
    2. Cevap vermek, yanıt vermek: Sana yapılan iyiliğe iyilikle karşılık ver.
  • Kaşıkla verip kepçeyle geri almak: Yaptığı bir iyiliğin acısını çıkarırcasına daha fazlasını geri almak: Bazen hayır faaliyetlerimiz kaşıkla verip kepçeyle almaktan öteye gitmeyen hoşluklar yapmaktan ibaret kalıyor. (M. N. Arman)
  • Kaygı vermek: Endişelendirmek: Kar yağışı sürüyor, akşam karanlığı kaygı veriyordu. (O. Şahin)
  • Kayıp vermek: Ulus, toplum, kuruluş vb. değerli bireylerini yitirmek: Venedikliler de bir hayli kayıp vermişti. (C. Çoban)
  • Keder vermek: Üzüntü vermek, kederlendirmek, tasalandırmak: Yokluğun her daim yüreğime keder veriyor. (M. Özdemir)
  • Kelleyi vermek: (teklifsiz konuşmada) Canını vermek: Dağa çıkar. Ortalığı yakar yıkar. Sonunda her isyancı gibi, o da kelleyi verir. (Türk Edebiyatı)
  • Kendine çeki düzen vermek: Kılık kıyafetini, üstünü başını derleyip toplamak, düzene koymak, düzenlemek: Kalktı, üstünü başını silkeledi; kendine çeki düzen verdi. (M. Uslu)
  • Kendine ... süsü vermek: Kendini ... gibi gösterme: Uyduruk kelime oyunlarıyla kendine zeki süsü veriyordu.
  • Kendini ele vermek: Yaptığı bir davranış veya söylediği bir sözle kendi suçunu ortaya çıkarmak: Ne kadar gizlenmeye, saklanmaya çalışılsa da kendini ele verir aşk... (Z. Şahin)
  • (bir şeye) Kendini vermek:
    1. Bir şeye bütün varlığıyla bağlanmak: İnsanlığa nur saçan ilim hayatına kendini verdi. (Z. Gökalp)
    2. Bütün gücünü bir şeyi yapmaya harcamak: Fadiş, birden kendini verdi toprağa. Ocaklardan fışkırmış on yirmi kavun, karpuz fidelerini yolar gibi... (A. Sayar)
    3. Kendisini bir şeyin tutkusuna kaptırmak: Kendinden geçerek ve sarhoş bir hâlde Kaydo dilberine kendini verdi ve teslim etti. (M. T. Tan)
  • Keseneğe vermek: Bir şeyin gelirini önceden götürü olarak satmak.
  • Kesesi elvermek: Bütçesi gideri karşılamaya uygun olmak: Meşrutiyet'ten sonra, kesesi elveren herkes için, daha sonraki dönemlerin özel otosu ve taksisi konumuna geçti.
  • Kesesi elvermemek: Bütçesi elverişli olmamak: Zira, bir mimari şaheserdir ki, masrafını karşılamak ancak padişah harcıdır, başkasının kesesi elvermez. (Y. Öztuna)
  • Keyif vermek: Neşe vermek, sarhoş etmek: Mesela dopamin, bize keyif veren bir hormondur ve bağımlılıklarımızdan keyif almamız bu hormona beynimizin giderek daha fazla ihtiyaç duymasından kaynaklanır. (K. Tuncel)
  • (birine, bir şeye) Kıymet vermek: Değerli olarak kabul etmek, değerlendirmek: Allahü Teala bizi ciddiye alıp bize kıymet veriyor; ama biz rabbimizi ciddiye alamıyoruz! (Muhammed Hüseyin ra.)
  • Kız alıp vermek: İki aile erkeklerini karşılıklı olarak birbirinin kızlarıyla evlendirmek, dünür olmak: Daha sonra, karşılıklı kız alıp - verdiler. Akraba oldular. Böylece, yıllarca sürecek bir dostluğun temellerini attılar. (O. Çelik)
  • Kız vermek: Bir aileye kendi ailesinden bir kızı gelin vererek hısım olmak: Kız tarafı da, "Pek alâ, pek güzel, bizde hayırlısıyla kızımızı verdik. Allah dirlik düzenlik versin" diye cevap verir. (Z. Özdemir)
  • (birine) Kızını vermek: Birini kendine damat yapmak: Emir ona kızını verdi. Kendisine de veliaht etti. (A. H. Müftüoğlu)
  • Kilo vermek: Vücudun ağırlığı azalmak, zayıflamak: "Evet biraz kilo vermiş sanırım Hakan, bir süre sonra toparlar yine merak etme." (S. Bülbül)
  • Kiraya vermek:
    1. Kira karşılığında vermek, icara vermek: Arkadaki evi Muharrem bakkala kiraya verecekmiş dedem. (Varlık)
    2. (mecazi) Bir iş belli bir organla yapılacakken o organı hiç kullanmamak ya da onun yerine başka bir organı kullanmak: Gözünü kiraya mı verdin; niye görmedin ki?
  • Kocaya vermek: Evlendirmek: — Ne göreyim, oğlu olan evlendirmiş, kızı olan kocaya vermiş. (Kollektif)
  • Kol vermek: Destek olmak: İngiliz kol verdi zahir Yunan'a, / Hep gitti ülkemiz kaldı... (H. L. Sarıyüce)
  • Koltuğa vermek: Eskiden koltuk töreninde gelini damadın yanına getirmek: Nerede o kuşak bağlama, koltuğa verme, para serpme, köşeye oturma törenleri? (R. H. Karay)
  • (birine) Koltuk vermek: Yüzüne karşı övmek, pohpohlamak: İçlerinden bazılarına, özellikle kendisine yaranma duygusuyla tatmin olanlara azıcık koltuk vermek yetecekti. (F. Gürcan)
  • Konferans vermek: Herhangi bir konuda bilgi verecek biçimde konuşma yapmak, konferans özellikleri taşıyan bir konuşma yapmak: Türk Dilinin Tarihçesi konulu bir konferans verdi.
  • Konser vermek: Sahnede dinleyicilere müzik yapıtları çalmak ya da söylemek: Fransa'da meşhur olduktan sonra Türkiye'ye gelip birkaç konser verdi. (Y. Aksoy)
  • Korku vermek: Korkutmak: Bilinmeyen onlara korku veriyor. (N. Gün)
  • Koz vermek: İmkan tanımak, elverişli durum sağlamak: Onu alt etmek için fırsat kollayan düşmanlarının eline koz verdi!
  • Kulağını kiraya vermek: Söylenen bir şeyi iyi dinlememek: — Olan kulağına kazık kırığı mı kaçtı, yoksa kulağını kiraya mı verdin, dedi Ağası. (H. Erdem)
  • Kulak vermek: Merak edip dinlemek, işitmeye çalışmak: Adam olmayanı adam yerine koy; zulüm görmüş, canı yanmış birisinin de özrüne kulak ver. (Mevlana Hz.)
  • Kurban vermek: Can kaybına uğramak: Ulusumuz kıtlığa bir milyon kurban verdi. Bugün, bize yardım eden Türkleri hala unutmadık. (A. Kuzu)
  • Kuvvet vermek:
    1. Destek olmak, arka çıkıp takviye etmek: Bu hayal ona kuvvet verdi. Sevgiliyi görmek ümidinde, ölüyü diriltecek bir enerji kaynağı olduğunu, şimdi, yaşayarak anlıyordu. (P. Safa)
    2. Bir konuya çok önem vermek: Usanmadan her tarafa giderek işe kuvvet verdi. (C. Seydahmet)
  • Mahkemeye vermek: Dava açmak: Kendilerine iftira atıyor diye mahkemeye vermiş. (M. Aydemir)
  • Mana vermek: Kendince bir yargıya varmak, yorumlamak: Sezai, bu sükunete, iki mana veriyordu: O, ya Sırrı Sezai'nin aramasını bekliyordu, yahut vaziyetin netleşmesini... (A. H. Eken)
  • Mehil vermek: Yapılacak bir iş için süre vermek: Ya baba, bir an mehil ver ki, aziz annemin yüzünü göreyim, helallik dileyeyim. (Seyyid Eyüp bin Sıddık)
  • Mercimeği fırına vermek: Kadınla erkek gizlice aşk ilişkisi kurmak.
  • Mesaj vermek: Duygu ve düşünceleri karşı tarafa dolaylı bir biçimde anlatmak: Babama bak, alttan alttan mesaj veriyordu çocuk yapın diye. (D. Şahin)
  • Meşk vermek: Ders vermek: Urfa'daki bazı mekteplerde meşk verdi.
  • Metelik vermemek: Değer ve önem vermemek, aldırış etmemek: Bir kere ölüm korkusuna metelik vermiyor. İkincisi mala- mülke, makama dönüp bakmıyor. Bütün ihtiyacı bir lokma ile bir hırka. (Y. Bahadıroğlu)
  • Meydan vermemek: Olumsuz, kötü bir durumdan kaçınmak: Üzücü bir halin tekrarlanmasına meydan vermemek için uygun bir tedbir almak lazım geliyordu. (H. R. Gürpınar)
  • Meyil vermek:
    1. Eğiklik sağlamak.
    2. (mecazi) Gönül vermek, sevmek: Bülbül güle meyil vermiş ezelden / Sürme vardır güllerinde ezelden (F. Bozkurt)
  • Meyve vermek:
    1. Ürün vermek: Burcu burcu kokar yüce dağları / Üzüm verir, meyve verir (H. Kaplan)
    2. (mecazi) Bir eser ortaya çıkarmak: İyi ağaç iyi meyve verir, kötü ağaç kötü meyve verir. (T. Günör)
  • Mola vermek:
    1. (spor) Basketbol, voleybol gibi oyunlarda dinlenme ve taktik saptamak için oyun kurallarına uygun süre ve sayıda kullanılan oyun dışı zaman, mola alma.
    2. Yolculuğa, yürüyüşe ya da çalışmaya tekrar devam etmek kaydıyla bir süre dinlenmek amacıyla ara vermek: Öğlen sıcağı geçinceye kadar orada mola verdik.
  • Moral vermek: Bir kimsenin ruhsal direnme ve dayanma gücünü artırmak, motivasyonunu artırmak: Moral veren, ümit veren sohbetler yapardık. (C. Çelik)
  • Mücadele vermek: Bir şeye karşı veya bir şey için uğraşmak, savaşmak, çatışmak: Özgürlüklerin güvence altına alınması uğrunda mücadele verdi. (Y. Öner)
  • Müjde vermek: Bir kimseye sevindirici, mutlu bir haberi ulaştırmak: Kervanın geldiğini görür görmez, müjde vermek için Hazreti Hatice'ye koştular. (Z. Şakir)
  • Mülakat vermek: Belli bir konuda konuşmak, demeç vermek: Bir gazeteciye mülakat vermiş; çocukluk günlerini, bakla tarlasında bekçilik ettiği zamanları anlatmış. (C. Sönmez)
  • Nabza (Nabzına) göre şerbet vermek: Biraz ödün vererek birinin hoşuna gidecek, gururunu okşayacak yolda davranmak: Tatlı dili ile kendisini herkese sevdirmiş, pek çok dost ve ahbap edinmiş, nabza göre şerbet vermesini bilir, herkesin huyuna suyuna gider, rind ve kalender olduğu kadar zeki ve kurnaz bir adamdı.
  • Nam vermek: Ünlü biri durumuna gelmek, pek ünlü olmak, ünü duyulmak: Dünyanın hemen her tarafında nam vermiş olan Türk ordusunun, yeniden teşekkül etmiş olduğunu... (Y. H. Bayur)
  • Ne alıp veremiyor?: İsteği, sorunu nedir?: Bu adam senden ne alıp veremiyor? (A. Püsküllüoğlu)
  • Netice vermek: Sonuç vermek: Çeşitli haplar, şuruplar, sirkeli bezlerle süren tedavi, sonunda netice vermişti. (M. Kaleoğlu)
  • Nihayet vermek:
    1. İlişkiyi kesmek, bir işi, alışkanlığı yapmaktan vazgeçmek.
    2. Bitirmek, tamamlamak, sonuçlandırmak: Uzun ömürler temennisiyle sözlerine nihayet verdi. (H. T. Us)
  • Notunu vermek: Bir kimse için kötü bir kanıya varmak: İlk günden notunu vermişti, ne meymenetsiz bir herif olduğunu tahmin edebiliyordu. (C. Tan)
  • Oğul vermek: Oğlan çocuğu doğurmak: Emmi müjde! Senin karı oğul verdi! (D. Poyraz)
  • Olur vermek: Onay vermek, tasdik vermek: Kız beğendiğine varmaya olur verdi. (A. Rasim)
  • Omuz vermek:
    1. Omzuyla dayanmak, omzuyla destek olmak: Oralı dalgıcın ölüsü kalkarken Musa tabuta omuz verdi. (Füruzan)
    2. (mecazi) Yardım etmek, destek olmak: O ise yaslanacak bir omuz verdi. Güç verdi, inanç verdi. (Ü. Kurtcan)
    3. (argo) Önem vermemek, aldırış etmemek, boş vermek.
  • Oy vermek: Herhangi bir konuya ait tercihini belirtmek, rey vermek: Herkes kendisini temsil ettiğini düşündüğü partiye oy verdi.
  • Oyun vermek: Oyunda kaybetmek: Müdafaa güreşi yapmağa başladı. Oyun vermemek için her türlü marifetleri yapıyordu. (M. S. Karayel)
  • Ödün vermek: Karşı taraf lehine kendi çıkarlarından, isteklerinden, görüşlerinden vazgeçmek: Müttefikler, Türk tarafına iki ödün vermiş; gayri Müslüman azınlıkların korunması ile ilgili isteklerini sınırlamış ve Cemiyeti Akvam'ın İstanbul'a temsil edilmesi fikrinden vazgeçmişlerdir. (M. Bıyıklı)
  • Örnek vermek: Bir konuyu daha ayrıntılı bir biçimde anlatabilmek için örneklendirmek: Yüce Kitabımız iffetli yaşamayı ve haya duygusuyla giyinmeyi öğüt veriyor mü'minlere. Hz. Şuayb'ın kızlarının edeple yürüyüşlerini, utanarak konuşmalarını örnek veriyor. (C. Durmuş)
  • Pabucunu eline vermek: Dolaylı olarak kovmak: O gün onun da pabucunu eline verip vezir babasının konağına göndermişler, billûr köşkün kapısı kapanmış. (E. C. Güney)
  • Pas vermek:
    1. (spor) Bazı top oyunlarında bir oyuncu takım arkadaşına top geçirmek.
    2. (argo) Bir bayanın bakışı ve davranışıyla bir erkeğe ümit vermesi: Kuzum, o sosyetik kız pas verir mi sana hiç?
  • (birinin) Pasaportunu eline vermek: Kovmak, işten atmak: Bir tanesi geçenlerde bir halt etmeye kalkmıştı, kimseye sormadan pasaportunu eline verdim, attım dışarı. (M. Yesari)
  • Patlak vermek: Gizli kalması istenen veya beklenmedik bir olay ansızın ortaya çıkmak: Osmanlı Devletine karşı isyanlar patlak vermişti. (A. H. Kerim)
  • Pay vermek:
    1. Hisse vermek, bölüşmede bulunan parçalardan ayırmak: Allah Rasulü, Hayber'de ganimet taksimi sırasında hazır bulunan erkeklere pay verdiği gibi, kadınlara da pay vermişti... (H. Nazlıgül)
    2. (mecazi) Küçük büyüğe karşılık vermek, saygısızca davranmak: Büyük annem kaç defa beni heykellerin yanına götürmüş: "Bak çocuğum bunlar anasına babasına pay vermişler de taş kesilmişler" demişti. (F. C. Göktulga)
  • Paye vermek: Önem ve değer vermek, adam yerine koymak: Paye vere vere onu şımarttın.
  • Payını vermek:
    1. Hakkına düşeni vermek: Kardeş payı dedi ama, aslan payını bana verdi. (S. Kaplan)
    2. Azarlamak, çıkışmak, haddini bildirmek: Seyit Murtaza onun da payını verdi: — Mahkeme huzurunda ciddiyet lâzım, beyzadem... (F. F. Tülbentçi). ... bir kapana takıldı. Ev sahibi hemen erdi, hırsıza payını verdi (M. Keloğlan).
  • Post vermek: Can vermek, ölmek: Bir dilim pastırmaya post veren fare gibi, yalnız ellerine geçecek ufacık bir menfaati görürler, farenin kapanı görmediği gibi onlar da hapishaneyi ve idam sehpasını göremezler. (M. Ozak)
  • Postaya vermek: Mektup, gazete, paket vb.ni gideceği yere ulaşması için posta kuruluşuna vermek, postalamak: Mektubu acele zarfladı, kapatıp postaya verdi.
  • Poz vermek: Fotoğraf çektirmek için ya da bir sanatçıya model olmak için belirli bir durum (duruş) almak: Profesyonel mankenlere taş çıkartırcasına poz veriyordu. (Tarih ve toplum)
  • Puan vermek:
    1. Değer biçmek, not vermek.
    2. (spor) Boksta ve güreşte başarısız duruma düşmek.
  • Rahatsızlık vermek: Rahatını bozmak, rahatını, keyfini kaçırmak: İstenmedik konuk gibi rahatsızlık veriyordu. (L. Doğan)
  • Randevu vermek: Belli bir saatte, belli bir yerde biriyle buluşmak için söz vermek: Konsoloslukta buluşmak için bir randevu verdi.
  • Rapor vermek: Herhangi bir konuda yapılan inceleme, araştırma sonucu düşünce veya gözlemlerini bildirmek: Paşa hakkında olumsuz rapor verdi ancak Sadrazam'ın kışkırtmasıyla sürgüne gönderildi. (H. E. Avcı)
  • Rehin vermek: Bir taşınmazı borcun ödeneceğine güvence olarak ödenince geri alınmak şartıyla borçlu alacaklıya vermek, ipotek vermek: Oturdukları evi matbaadaki makineleri alabilmek için rehin vermiş. (M. Ö. Durmuş)
  • Renk vermek:
    1. Neşe ve canlılık kazandırmak: Gönül huzuru yanaklarına yeniden renk vermişti.
    2. Açık etmek: Önce bozulur gibi renk verdi, ters bir şey söyleyecek sandım (K. Arslanoğlu). "Hangi şehzade?" diye boş bulunup yine renk vermişti, kendine kızdı. (Y. Bahadıroğlu)
  • Renk vermemek: Duygularını ya da başkaca bir durumunu belli etmemek: ... bozulur gibi oldu. Ama renk vermedi (S. Kaplan). Biraz sıkıştırıp sorguladım ama renk vermedi (S. Dinler)
  • Sadra şifa vermek: Gönlü rahatlatmak, yüreğe su serpmek, ferahlatmak: Kur'an ve Efendimiz'in getirdikleri sadra şifa, kalbe ilaç, bir hidayet, bir rahmettir. (Y. Dündar)
  • Sakalı ele vermek: Başkasının sözünden çıkmayacak bir duruma düşmek: Hoca: "Herif adamakıllı sakalı ele vermiş... Göreceksiniz bu karı, patron olacak, hepimizi susturacak!" diyordu. (R. N. Güntekin)
  • Salâ vermek:
    1. Minarelerden salat okuyarak cuma namazını haber vermek.
    2. Bir kimsenin ölümünü, minareden salat okuyarak duyurmak: "Bir salâ verildi, duydunuz mu? Kim ölmüş?" diye sordu. (A. Akca)
  • Salık vermek:
    1. Tavsiye etmek: Sana bu doktoru salık verebilirim... O semtte oturmanızı salık vermem...
    2. (eskimiş) Haber vermek.
  • Savaş vermek: Bir amaca erişmek, bir güce karşı koyabilmek için uğraşmak, çaba göstermek, mücadele etmek: İyilik için zorlu bir savaş verdi. Ama geri adım atmayı hiç düşünmedi. (M. Tunca)
  • Sekte vermek: Kesintiye uğramak: İşlere çok sekte verir bu zamlar... (R. Ilgaz)
  • Selam vermek:
    1. Birine selam sözü söylemek: Selamün aleyküm "Allah'ın selamı size olsun" anlamında bir selam ve esenleme sözüdür. Kulübeye yaklaştı, önce selam verdi, hatır sordu. (S. Alkan)
    2. (din) Başını sağ ve sol omuzlarına çevirerek namazı bitirmek: İmam selam verdi, biz de selam verdik. (M. E. Coşan)
    3. (askeri terim) Yasayla öngörülmüş durumlarda elle ya da başla selamlamak: Başkomutana doğru geliyordu. Geldi, selam verdi..
  • Selam verip borçlu çıkmak: Ortaya sürdüğü bir düşünce ya da gösterdiği yakınlık üzerine kendisine bir iş yüklenmek: Sadece yürüyüşe çıktım. Yanıma o kadar para almadım. Yemek falan ısmarlayamam kusura bakma. Şuna bak selam verdik borçlu çıktık. (B. Mengütay)
  • Ser verip sır vermemek: Kendine söylenileni kimseye söylememek, ağzı sıkı olmak: Ne kadar cehd ve gayret sarf edersen et yine de ruhun seninle konuşmaz. Çünkü ruh ser verip sır vermeyen bir sır saklayıcısıdır. (Kuşeyrî risalesi)
  • Serinlik vermek:
    1. Serin duruma getirmek: Gönülleri ferahlatan bir meltem eser, insana serinlik verir. (O. Kılıç)
    2. (mecazi) Acısını, sıkıntısını azaltmak, avundurmak
    3. (mecazi) Rahatlatmak, huzura kavuşturmak: Suyun sesi ruhuma bir serinlik verdi. (A. Tunç)
  • Ses vermek:
    1. Cevap vermek: "Korkmayın! Korkmayın, buradayım," diye ses verdi. (T. Işık)
    2. (mecazi) Etkisini duyurmak, yankı uyandırmak: Millet öyle bir ses vermişti ki, evlerimizde sessizce oturmaktan utanır olmuştuk. (S. Öz)
  • Ses vermemek: (Çağrılan) Cevap vermemek: "Halis iyi misin?" diye sordum ama ses vermedi. Yüzü sararmıştı, iyi görünmüyordu. (F. Ç. Börekçi)
  • Sıkıntı vermek: Tedirgin etmek, bunaltmak: Evin kasvetli havası bana sıkıntı veriyordu. (M. Güneşdoğdu)
  • Sınav vermek: Sınavdan geçmek: Önceki karne ile kıyasladığımda çok iyi bir sınav verdi. (Y. Özkır)
  • Sır vermek: Bir sırrı açığa vurmak, başkasına söylemek: Yemin et, sana bir sır vereyim...
  • Sırt sırta vermek: İş birliği yapmak: Sırt sırta verip çalıştıkmı bizde bu şehirde tutunuruz. (Ş. İ. Ateş)
  • Sırtını vermek: Arkasını bir yere doğru çevirmek, arkasını vermek: Bir amca bir köşeye sırtını vermiş, elinde tespih, sessizce Kur'an - ı Kerim okuyor. (A. Akın)
  • Sinyal vermek: Bir şeyi işaretle bildirmek: Gece bekçileri, düdükleriyle birbirine sinyal veriyordu uzaklarda... (R. Enis)
  • Son nefesini vermek: Ölmek: Şehadet kelimesini söyleye söyleye, tekbir getire getire son nefesini verdi. (B. Bozgeyik)
  • Son vermek: Bitirmek, sona erdirmek: Bir ateşkes imzalayarak savaşa son verdi.
  • Sonuç vermek: Bir durumun sağlanmasına imkan sağlamak: Genel tedavi yaklaşımız sonuç verdi. Bir gün sonra durum iyiye gitmeye başladı. (P. Sultas)
  • Söz vermek: Bir işin yapılacağını kesinlikle bildirmek: Mazlumun ağını yerde bırakmamaya söz verdi. Ant içti... Sevdasına reva görülen vahşetin hesabını sormak için ant içti. Yeminler etti... (K. T. Yıldız)
  • Söze son vermek: Konuşmayı bitirmek: Ferman pâdişâhımındır! deyü söze son verdi. (M. Naima)
  • Su vermek:
    1. Bitkileri sulamak: Genç kız, yeni ekilen çiçeklere su verdi. (H. Öniz)
    2. Hayvanlara su içirmek: "Yukarı çıktı ve köpeğe su verdi. Adamın bu hareketinden Allah Teala hoşnut oldu ve adamın günahlarını affetti." (M. E. Karabacak)
    3. İnsanlara içmek için su getirmek: Yakut kâse içinde su verdi Âmine'ye. (R. İ. Öğütmen)
    4. (Çelik için) Sertliğini artırmak amacıyla kızdırıp suya veya yağa daldırmak: Usta, körükledi ateşi, demire su verdi, çekiçledi ve bükülmez, eğilmez, kırılmaz çelikten, pırıl pırıl bir kılıç yaptı. (M. Adıbeş)
  • Sürgün vermek: Filizlenmek: Yeni sürgün vermiş, ince ve körpe gül dalı iki bülbülü çeker miydi? (Ş. Erdoğdu)
  • Süt vermek: Emzirmek: Hacer suları içti. Yavrusuna süt verdi. (B. Ayaz)
  • Şan vermek: Ün salmak: Anadolu'ya gelip, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarını kurarak tarihe şan verenler ise göç yolunda Hazar'ın güneyini seçen Türk boylarıydı. (Y. Toker)
  • Şekil vermek: Belirli bir biçime girmesini sağlamak, biçimlendirmek, şekillendirmek: Benim ağaca şekil vererek yaptığım biblolar gibisi var mı? (B. Ak)
  • Şerbet vermek:
    1. Pişmiş bir hamur tatlısına şerbet katmak: Fırında kızartılıp şerbeti verilir. (M. S. Koz)
    2. (tasavvuf) Tarikata intisap eden (giren, katılan) dervişe şeyhi tarafından okunup üflenerek şerbet içirilmek.
  • Şeref vermek:
    1. Kendisiyle övünülmeye hak kazandırmak, şereflendirmek, yüceltmek, onurlandırmak: Sen bizim kardeşimiz, dostumuzsun, diye şeref verdi. (M. S. Ramazanoğlu)
    2. Bir yere özel bir lütuf olarak gelmek, gitmek: Bilâhare bir yüce Peygamber dünyaya şeref verecektir ki, onun vasıfları Tevrat'ta zikredilmiştir. İncil'de de yazılı bulunmaktadır. (Saff Suresinden)
  • Şevk vermek: İsteklendirmek: Paşa askerlerimize moral ve şevk vererek savaşın lehimize dönmesini sağlamıştı.
  • Şifa vermek: İyi etmek, sağlığına kavuşturmak: "Bismillah" deyip içti. "Ya Şafi, ya Şafi" diye Allah'ı zikrediyordu. Allah da kendisine şifa vermişti. Üstelik gençleşmişti. (Y. Yenidinç)
  • Tafsilat vermek: Bir kimse, bir şey veya durumun özelliklerini, inceliklerini, ayrıntılarıyla anlatmak, uzun uzadıya anlatmak: Mühendis burada bize tafsilat verdi. Anlaşıldığına göre şimdilik en mühim petrol havzamız: Hasankeyf, Siirt, Basbirin ve daha şarkıdır. (S. Öztürk)
  • Taktik vermek: Çeşitli sorunlarda sonuca ulaşmak için yol ve yöntem göstermek: Her meselede taktik veriyor, en makul yolu göstermeye çalışıyor.
  • Talimat vermek: Üst aşamada bulunan biri, yaptıracağı işle ilgili olarak görüşünü belirtmek, yol göstermek: Kısım şefi günlük talimatını verdi.
  • Tarziye vermek: Gönül almaya çalışmak, özür dilemek: Millet işte bugün erkân-ı ailen huzurunda senin ruhu muhteremene tarziye veriyor. Ey şehit-i mukaddes bizi affet, affet! (A. Refik)
  • Tat vermek:
    1. Acı, tatlı, ekşi vb. bir tat kazandırmak: Zeytinyağı et ve sebze yemeklerine özel bir tat verir. (H. Gökhan)
    2. (mecazi) Hoşa giden bir duruma sebep olmak: Güzel sözler, petekten damla damla sızan bala benzer. İnsanın ruhuna tat verir. (Hz. Süleyman a.s.)
  • Tav vermek:
    1. Gereken nemi vermek.
    2. (mecazi) En uygun duruma getirmek: Meraklısına düşerse bunların tatlı satılacağına inanan Ayaşlı işe tav vermek için eve getirmiş. (M. Ş. Esendal)
  • Taviz vermek: Uzlaşmaya varabilmek için hak, istek veya savlarının bir bölümünden, karşı taraf yararına vazgeçmek, ödün vermek: Mesih selameti hiçbir zaman kötülüğe taviz vererek satın almadı.
  • Tekmil vermek: (askeri)
    1. Ast, bir iş ve durum hakkında üste bilgi vermek: Miralay, Paşa'ya belli bir mesafeye gelince sert bir selâm, sonra da tekmil verdi: "Komutanım, emrettiğiniz hususlar tespit edilmiştir..." (S. Kaplan)
    2. Ast, üstüne künyesini söylemek: Hazır ola geçip ayaklarını yere vurarak tekmil verdi: "Sinek Vasfi, Çorum. Emret kumandanım!" (A. Akca)
  • Telaşa vermek: Davranış ve hareketleriyle çevresindekileri heyecana, aceleye, sıkıntıya sokmak: Feyza'nın cevap vermeden sürekli olarak ağlayışı dadıyı büsbütün telaşa vermişti... (Ş. Y. Şenler)
  • Tepki vermek: Herhangi bir etkiye karşı söz veya davranışla karşılık vermek: Mert, kadının iyi olup olmadığını kontrol etmek için elini tuttu, kadın irkilerek tepki verdi. (B. Turna)
  • (birinin) Terbiyesini vermek: Sert sözlerle terbiyesizliğini kendisine anlatmak: Birkaç misafirin yanında herifin terbiyesini vermiş: – Ulan eşşoğlu! Paşa efendimiz öksürürken... (S. Atlı)
  • Teselli vermek: Avutmak, avundurmak: Hastalara yorulmadan yardım ediyor, teselli veriyordu. (Ülkü)
  • Tezkeresini eline vermek: İşine son vermek, kovmak: Böyle devam ederse tezkeresini eline verecekler.
  • Toprağa vermek: Ölüyü gömmek: Toprakla yaşıyoruz. Anamızı toprağa verdik. Atalarımızı toprağa verdik. Sevdiklerimiz toprağın bağrında. Biz de toprağa gideceğiz... (H. İ. Yaman)
  • Uç vermek:
    1. (Çıban) Baş vermek, baş kısım belirginleşmek.
    2. (Bitki) Filizlenmeye başlamak: Lalelerle papatyalar karın eridiği topraklarda uç vermiş, baharı çoktan muştulamıştı. (E. Toy)
    3. (mecazi) Bilinmeyen bir şeyi açıklığa kavuşturacak belirler görülmeye başlamak: Gönül bahar güzellikleri ile coşunca ilâhî aşk kalpte uç vermeye başladı. (M. Kaplan)
  • Ulufe vermek:
    1. (tarih) Osmanlılarda askerî ve sivil kuruluşlardaki görevlilere üç ayda bir verilen ücreti dağıtmak
    2. (mecazi) Yerli yersiz bol keseden para harcamak.
  • Umut/ümit vermek: Umutlandırmak, ümitlendirmek: Bir şeyler başaracağıma dair umut verdi (N. Şahin). Senin yazdıkların bana yeniden ümit verdi. (K. Tahir)
  • Usanç vermek: Usandırmak, bıktırmak: Artık Harbiye hayatı da usanç vermeye başlamıştı. (İ. H. Sunata)
  • Utanç vermek: Utandırmak, utanmasına yol açmak: Karımla çocuğumu geçindirememek bana utanç veriyordu.
  • Uyku vermek: (Bir şey) Uyku getirmek, uyutucu özelliği olmak: Aşırı yemek yemek insan bedenini ağırlaştırır, kalbi karartır. İnsan zekasını zedeler, uyku verir, fazla yiyen kimse, ibadetinden de fire verir. (İmam-ı Gazali)
  • Ürperti vermek: Korkutmak: Bu ıssız yerde tek başına gördüğüm bu adam bana ürperti vermişti. (H. Erdem)
  • Üste vermek: Fazladan vermek, ödemek: Bir koşum atıyla üste para verip İlyas'ın atlarından birini almak istiyordu. (R. Özdenören)
  • Üzüntü vermek: Tedirginliğe neden olmak, sıkıntı ve huzursuzluğa yol açmak: Başına gelen bu hadise üzüntü veriyordu, sevinecek hiçbir tarafı yoktu. (A. Kızılca)
  • Vaaz vermek: Dinsel öğüt vermek: Öyle bir vaaz verdi ki duyduğu lezzetin tesiriyle hazır bulunup dinleyenlerin aklı, dünyaya ait cismanî alâkadan kendilerini kurtarıp ruhanî hazların deryasında garkoldular. (Fuzuli)
  • Velveleye vermek: Gereksiz telaş ve heyecan yaratmak: En sevmediği şeylerden biri de, böyle yok yere ortalığın velveleye verilip milleti birbirine katılmasıydı. (T. Çayırcı)
  • Veresiye vermek: Malın parasını daha sonra almak şartıyla satmak: İstediklerini veresiye vermiş "Bunlar sağlam insanlardır borçlarını öderler," diye düşünmüş tereddüt etmemişti (T. Özeke). Babam o kadar çok veresiye verdi ki, şu anda mahvolmuş durumda ve nereye başvuracağını bilmiyor..
  • Vücut vermek: Vücuda getirmek: Alemde mevcut olan her şeye O (c.c.) vücut verdi.
  • Yakayı ele vermek: Kaçamayarak ele geçmek, yakalanmak: "Hırsızlık için girmiş ama yakayı ele verdi." dedi adam, karısına. (M. A. Akyürek)
  • Yangına vermek: Tutuşturmak, bir şeyi bilerek yakmak: Urbalarını kapmış kaçmış. Samanlığı da yangına vermiş. (A. Nesin)
  • Yanıt vermek: Yanıtlamak, cevaplamak: "Çok soru soruyorsun." Diyerek yanıt verdi... (G. Şahin)
  • Yel vermek: Rüzgarı veya havayı herhangi bir şeyin üzerine yöneltmek: Hak Teâlâ bir yel verdi. Tufan oldu. Gemiler dardağan oldu. (A. Bican)
  • Yele vermek: Savurmak, boşuna harcamak: Varını, yoğunu, adını, sanını yele verdi. (N. F. Kısakürek)
  • Yemek vermek: Konukları yemeğe çağırmak: Sene sonunda öğrencilerine evinde yemek verdi. (M. L. Arslan)
  • Yemin billah vermek: Yemin etmek: Saldıranların kimler olduğunu sordu. Çoban yemin billah vererek bilmediğini söyledi. (H. Erimez)
  • Yemin verdirmek: Yemin ettirmek: Bunları anlatmamam için bana yemin verdirdi. (E. Gökçeli)
  • Yemin vermek: Yemin etmek, ant etmek: Sultan anlaşmaya sadık kalacağına yemin verdi. (R. Şeşen)
  • Yer vermek:
    1. Kendi yerini bir başkasına bırakmak: Birkaç kişi yaşlılara yer verdi. (Kolektif)
    2. Önemini belirtmek, önemli saymak, saygı göstermek: Eserin ilk sayfasında besmele ve Rasulullah'a salat ve selamın ardından "Euzubillahimineşşeytanirracim" cümlesine yer vererek hemen devamında bu cümlenin iş'ari izahını yapar. (M. Ulu)
    3. Önemli bir görev vermek: İslam fıkhına yakından aşina olan ulemaya devlet yönetiminde yer veriyorlardı. (Z. Kazıcı)
    4. Söz etmek, değinmek, konu edinmek: Şiirlerinde hep İstanbul'a yer verdi (N. Çetin). Öykülerinde aşka daha fazla yer verir. (Kolektif)
  • Yetki vermek: Birini yetkili kılmak, yetkilendirmek: Onunla ilgili tüm işleri yürütmesi için avukatına yetki verdi. (B. Şimşek)
  • Yol vermek:
    1. Geçmesine izin vermek: Kapıyı açtı. Kenara çekilip yol verdi. (R. Özdenören)
    2. (Makineyi, motoru) Çalıştırmak: Makinist uzun uzun düdük çaldı, regülatörünü açtı, makineye yol verdi. Yola çıkılıyordu. (E. Zola)
    3. Birini işten çıkarmak: Ne kadar hizmetçi varsa hepsine yol verdi. (D. Ünalan)
  • Yoluna can (canını) vermek: Birinin uğruna ölmek: Sevgilinin yoluna can vermek bir şey mi ki? (M. N. Bursalı)
  • Yön vermek: (deyim) Yeni bir gidiş ve düzen kazandırmak: Çabalarıma bir yön verdi, ilerlemeye giden yolu gösterdi. (Y. Fehmi)
  • Yuları birinin eline vermek: Bir kimsenin davranışları birinin denetiminde, yönetiminde olmak: Düşünmeyip kalbinin yularını şeytanın eline vermiş kişiler bunu idrak edemezler. (E. Urcan)
  • Yuları ele vermek (kaptırmak): Birinin sözünden çıkmayacak duruma gelmek, kendi iradesiyle davranmamak: Yok, oğlum yok, sen bir kere yuları ele vermişsin (S. S. Pınar). Padişah, bir kere yuları vermiş ele; ne yana çekersen o yana gidiyor. (R. Güney)
  • Yürek vermek: Yüreklendirmek, cesaretlendirmek: Peki, nerde, o Devrim'e yürek katan, atılım sağlayan, yaşam aşılayan, yürek veren insanlar? (V. Günyol)
  • Yüz verince astar istemek (Yüz verince yüz daha istemek): Kendisine gösterilen küçük bir ilgiden şımararak geniş yetki elde etmeye, daha çok yarar sağlamaya çalışmak: Esasen kul kısmını şımartmak doğru değildi. Yüz verince astar isterlerdi. Hesap soracak, eğer bir suçu, kabahati varsa bu sefer göz yummayacak, affetmeyecekti. (F. F. Tülbentçi)
  • Yüz vermek/vermemek: İlgi ve yakınlık göstermek/göstermemek: Annemin ahretliği olduğu için, bu dilenciye yüz verdi; bir kaç kere "kızım, evlâdım, çocuğum" diye çenesini okşadı (B. Emil). Gönlünü çelemedi. Güzel kadın yüz vermiyordu delikanlıya. (A. Nesin)
  • Zaman vermek: Bir iş için belli bir süre ayırmak veya tanımak: Söylediklerini sindirmesi için ona zaman veriyor ve onun duygularını anlamaya çalışıyordu. (A. Daşgın)
  • Zarar vermek:
    1. Kötülük etmek: Ve yine bütün insanlar sana zarar vermek için toplansa Allah'ın takdiri dışında sana hiçbir şeyde zarar veremezler. (R. Dağlı)
    2. Birinin parasal kayba uğramasına sebep olmak: Komşunun inekleri tarlaya zarar vermişti (H. Akın). Sel çok kadar zarar vermişti.
  • Zayiat vermek: Kayba uğramak, zarar ziyan görmek: Fırat'ı aceleyle geçerken Selçuklu ordusu büyük zayiat verdi. (C. Piyadeoğlu)
  • Zekat vermek: İslam'da, sahip olunan mal ve paranın kırkta birlik payını sadaka olarak dağıtmak: Allah yolunda infak et, zekatını ver ki; mal sevgisi senin kalbinde yer tutmasın ve seni putperestliğe sevk etmesin. (M. Doğan)
  • Zeval vermek: Zarar vermek ya da yok etmek: Çünkü zulüm devlete, nankörlük nimete zeval verir. (M. Kadıoğlu)
  • Zeval vermemek: Korumak, yok etmemek, sona erdirmemek: Allah devlete millete zeval vermesin; başımızdakiler taşı tutsun altın olsun. (E. Atasü)
  • Zılgıt vermek: Azarlamak, çıkışmak, gözünü korkutmak: Fakat, otelden ayrılmadan evvel kapıcıya sıkı bir zılgıt vermek gerekti. "Bana bak, dedim; seni şimdi serbest bırakacağım. Ancak, bir şartla..." (E. Tomruk)
  • Zırnık bile vermemek: En ufak bir şey vermekten bile kaçınmak: – Hiç kimseye karşılıksız bir zırnık bile vermem. – Tabii vermezsin, üstelik alırsın. (A. Zeynep)
  • Ziyafet vermek: Yemek vererek konuk ağırlamak: Mehmet dükkanını açtığı gün Settar Efendi evinde konusuna komşusuna güzelce bir ziyafet verdi. (Derleme)

Vermek ile ilgili atasözleri ve anlamları

İçinde "vermek" sözcüğü geçen atasözleri ve açıklamaları:
( * yaygın bilinen )

  • Ver Allah'ın verdiğine, vur Allah'ın vurduğuna: Allah iyi kullarına ihsanlarda bulunur ve kötü kullarını da akıllanmaları için cezalandırır. İnsan da aynı şekilde iyi insanlarda iyiliklerde bulunmalı kötü insanları kötülükleri nedeniyle cezalandırmalıdır.
  • Ver amca tekerleği, sen arabanı sürüklersin: Kurnaz insanların işleri başkalarına yaptırarak kendilerini yormadıklarını ifade eder. Akıllı olan, yükü hafifletirken ağır kısmı düşüncesiz kişilere bırakır.
  • Ver yiğidi yiğide, Mevla rızkın yetire*: Birbirinin dengi gençlerin evliliklerine şu bu eksik diye engel olmaya kalkmamalıdır. Allahü Teala lütfuyla evlenenlere yardım eder.
  • Ver yiyeyim, ört uyuyayım; gözle, canım çıkmasın*: Başkalarının sırtından geçinmeye alışmış kişi en hayati sorunlarının bile çözümünde kendisine hizmet edecek birini arar.
  • Verdiğini güldür, vurduğunu öldür: Yapılan iş, amacın gerçekleşmesini sağlayacak nitelikte tam yapılmalıdır.
  • Verdiğin her şey senin yanında kalır: Yapılan iyilik ve yardımların unutulmayacağını ve kişinin manevi kazanç sağlayacağını ifade eder. İnsan, başkasına verdiği değer ve desteğin bir gün mutlaka kendisine geri döneceğini bilir.
  • Verdik kırkı gitti korku: İnsan borcunu ödeyince huzur içinde olur.
  • Verdin mi doymalı, vurdun mu koymalı: Yapılan işin tam ve sonuç alınacak şekilde yapılması gerektiğini ifade eder. Birine yardım edilecekse, verilen destek kişinin ihtiyacını gerçekten giderecek ölçüde olmalıdır.
  • Vere vere verem oldu: Yardım ve cömertliğin ölçüsüz olunca kişinin kendisine zarar verebileceğini ifade eder. İyilik güzel olsa da, insan önce kendi iyi durumunu muhafaza etmelidir.
  • Veren alır, alan verir: Yardım etmeyi seven insanların karşılığını mutlaka bir şekilde göreceğini ifade eder. Yardım gören kişiler de ihtiyaç hâlinin zorluğunu bildikleri için zamanı geldiğinde başkalarına destek olmaktan kaçınmaz.
  • Veren el alan elden üstündür*: Yardımını esirgemeyen, eli açık olan kimseye herkes saygı gösterir.
  • Veren el dert görmez: Yardım eden hem huzur bulur hem de bir şekilde karşılığını alır.
  • Veren eli herkes öper*: Eli açık ve yardımsever kimse çevresinden iyilik ve saygınlık görür.
  • Veren eli kimse kesmez*: Yardımsever, cömert kişiye kimse kötülük yapmayı düşünmez.
  • Verenden al, vurandan kaç: Cömert ve iyi huylu kişilerle yakınlık kurmanın insana fayda getireceğini ifade eder. Kötü niyetli ve zararlı kişilerden ise uzak durmanın en doğru yol olduğunu anlatır.
  • Vergini ver varoğlu gibi, sözünü söyle eroğlu gibi: Dürüst insan malının, kazancının vergisini verirken haksızlık ve sahtekârlık yapmaz. Böyle kimselerin sözüne de her zaman güvenilir.
  • Verilen söz geri alınmaz: Kişi iyice düşünmeden, yerine getiremeyeceği sözü vermekten kaçınmalıdır.
  • Verip pişman olacağına verme de pişman ol: Borç verdikten sonra tahsil edemeyip sonradan pişman olmaktansa, borç vermeyip karşı tarafın düşmanlığını göze almanın daha iyi olduğunu ifade eder. Bazı durumlarda maddi zarar görmektense, ilişkilerde sorun yaşamayı tercih etmek daha akıllıca olabilir.
  • Verip (de) pişman olmaktan, vermeyip (de) düşman olmak yeğdir*: Borç, veresiye, emanet verip geri alamamanın üzüntüsünü çekmektense, vermeyip isteyenin kırılmasına katlanmak daha iyidir.
  • Verirsen doyur, vurursan duyur*: Bir yapıldı mı eksiksiz, tam yapılmalıdır.
  • Verirsen veresiye, batarsın batasıya*: Veresiye mal satmak tüccar batırır.
  • Verirsen veresiye, batarsın kara suya*(Verme malını veresiye çıkar gider kara suya): Veresiye verdiğinde alanların borçlarını ödememeleri durumunda sen zor durumda kalabilirsin.
  • Vermek kerim adam işidir: Yoksul ve muhtaç kimselere yardım etmek kişinin ne kadar olgun ve anlayışlı olduğunu gösterir.
  • Vermek kolay almak zor: Verilen borcun geri alınmasının çoğu zaman güç ve zahmetli olduğunu ifade eder. Borç isteyen kolayca alır fakat geri ödeme aşamasında çeşitli bahaneler ve gecikmeler yüzünden alacaklı olan kişi zorlanır.
  • Vermekle mal tükenmez: Varlıklı ve imkanları geniş olan kişi birazcık yardımsever ve eliaçık davranmakla yoksulluğa düşmez.
  • Vermeyince Mabut, neylesin (Sultan) Mahmut*: Allah bir şeyi kuluna kısmet etmemişse kulun elinden bir şey gelmez.
  • Acemi gelin kendine çeki düzen vereyim derken, düğün bayram savışır: Bazı şeylerin zamanında ve doğru şekilde yapılmasının önemini vurgular. Bazı konular vardır ki eğer zamanında yapılırsa anlamı olur.
  • Acıyan çok, ama ekmek veren yok: Muhtaç durumda olan veya başına büyük bir felaket gelmiş kişilere herkes acır; ama yardım eden çok az olur.
  • Adadığı çok, verdiği yok: Bazı kimseler adamakla insan bir şey kaybetmeyeceğini bildiğinden, çok söz verir, ancak hiçbirini de yerine getirmez.
  • Ağa kısmı verdiğini almaz, aldığını vermez: Varlıklı ve eliaçık kimseler darda olan birine bir ihsanda bulunsa hatta borç bile verse onu geri istemez. Bununla birlikte istedikleri bir şeyi elde ettikleri zaman da kimse bunu kolay kolay geri alamaz.
  • Ağaç çiçeklenmeden meyve vermez: Bir iş sonuçlanmadan o işten yarar beklemek erken olur.
  • Ağaç ne kadar meyve verirse, dalı o kadar yere eğilir*: Erdemli, bilgili insan alçak gönüllü olur.
  • Ağalık (Beylik) vermekle, yiğitlik vurmakla*: Liderliğin cömertlikle, kahramanlığın ise cesur eylemlerle kazanıldığını ifade eder. İnsanlar, büyük olmanın veya saygı görmenin, yaptıklarıyla hak edilmesi gerektiğini bilmelidir.
  • Ağlamayan çocuğa meme vermezler*: İhtiyaçlarını veya isteklerini ifade etmeyen insanların, bu ihtiyaçlarının karşılanmasını beklememeleri gerektiğini ifade eder. Bir şey istemek veya bir ihtiyaç belirtmek için sesini duyurmak, talep etmek önemlidir.
  • Ağzına bir zeytin verir, altına tulum tutar*: Yaptığı küçük iyiliklere karşılık büyük çıkar bekler.
  • Akıl ile fetva verilmez: Dini hükümlerin ve fetvaların kişisel görüş veya mantıkla değil, yalnızca dinin temel kaynaklarına ve kurallarına göre verilmesi gerektiğini ifade eder. Kendi aklıyla hüküm vermek, dini konularda yanlış sonuçlara yol açabilir.
  • Akıl veren çok, para veren yok: İnsanlara nasihat ve tavsiye vermeye hazır birçok kişi bulunduğunu, ancak ihtiyaç duyulan maddi desteği sağlayan kişilerin sayısının çok az olduğunu ya da hiç olmadığını ifade eder.
  • Aklını eşek aklına verirsen çeker arpa tarlasına: İnsan aklını gereksiz ve yararsız işler için kullanırsa hayatta hiçbir şeye sahip olamaz.
  • Aklını mezarda/mezara verir şaşkın bakkal: İşlerini iyi planlamayan ve akıllıca hareket etmeyen kişilerin sonunda her şeylerini kaybedeceğini ifade eder. Düşüncesizce davrananlar, zarar ederek iflas edebilir ve ellerinde hiçbir şey kalmayabilir.
  • Al gününde al, ver gününde ver: Borç alırken veya verirken, her şeyin zamanında yapılması gerektiğini anlatır. İhtiyaç anında alınan borçların, vadesi geldiğinde geri ödenmesi gerektiği vurgulanır.
  • "Al, ver" diyorlar, "Al, verme" demiyorlar: Alışverişte olduğu gibi toplumda yapılan her işte karşılıklı bir beklentinin varlığını ifade eder. İnsanlar çoğu zaman hiçbir şeyi karşılıksız yapmaz ve her davranışın ardından bir karşılık beklenir.
  • Alacağın olsun vereceğin olmasın: Borçlu olmak insana üzüntü verir. Alacaklı olmak ise insanı yalnızca düşündürür. Bu yüzden alacaklı olmak borçlu olmaktan daha iyidir.
  • Alacağını alamayan borcunu ödeyemez (vereceğini veremez)*:
    1. Bir kişiye olan borçlarını ödeyebilmek için, kişinin önce kendi alacaklarını tahsil etmesi gerektiğini ifade eder.
    2. "Alacağımı ver ki, ben de benden alacaklılara borcumu ödeyebileyim" anlamında kendisine borcu olanlara söylenir.
  • Alacakla verecek (borç) ödenmez*: Alacağına güvenerek borçlanmak, borca girerken alacağı göstermek, güvenceli bir davranış olmaz.
  • Aldığını vermeyen aradığında bulamaz: İnsan aldığı borcu ödemezse, tekrar ihtiyaç duyduğunda kimse ona bir şey vermez.
  • Âleme verir talkını (telkini), kendi yutar salkımı*: Herkese öğüt verip kendisi verdiği öğüt üzere olmayan kimseler için söylenir.
  • Alışın oğlu veriştir: Alınan her şeyin bir karşılığının olması gerektiğini ifade eder. İnsan, bir şey elde ettiğinde bunun karşılığını vermekle yükümlü olduğunu bilir.
  • Allah adama ya akıl verir, ya devlet: Bir insanın hayatta düşünme yetisi ve bilgelik ile kendi refahını, mutluluğunu ve başarısını sağlayabileceğini ya da Allahü Teala'nın lütfuyla aynı hedeflere ulaşabileceğini ifade eder.
  • Allah balmumu yakana balmumu, yağ mumu yakana yağ mumu verir (Allah çam isteyene çam, mum isteyene mum verir)*:
    1. Kişinin gereksinmeleri, kurduğu yaşam düzeyine bağlı olarak gerçekleşir.
    2. Allah bol harcayana bol, az harcayana az verir.
    3. Allah herkesin gönlüne göre verir.
  • Allah dağına göre kar verir*: "Allahü Teâlâ herkese dayanabileceği ölçüde sıkıntı verir" anlamında söylenen bir atasözü.
  • Allah dert verir, dermanı da verir: Allah kişiye bir sıkıntı vermişse ondan kurtulmanın bir çaresini de mutlaka vermiştir.
  • Allah deveye kanat verseydi damı taşı dağıtırdı: Allah herkese layık gördüğü en uygun şeyleri verir.
  • Allah dişsize badem, kulaksıza küpe vermiş: İnsan bazen yeteneklerine ve yapılarına uygun olmayan konularla karşılaşır ve doğal olarak başarısız olurlar. Ancak hiçbir zaman Allah'a isyan etmemelidirler. Çünkü bu dünya bir sınavdır ve her şeyde bir hikmet vardır.
  • Allah dokuzda verdiğini sekizde almaz*: Alın yazısı ne ise o olur. Allah yarattığı hiçbir varlığın yaşamını, önceden belirlediği süre dolmadan elinden almaz.
  • Allah güle güle verdirtsin, ağlaya ağlaya istetmesin: Borçların kolayca ve sorunsuz bir şekilde verilmesini ve geri alınmasını dilemek anlamına gelir. Borç-alacak ilişkisinin sıkıntı ve üzüntü çekilmeden halledilmesini ifade eder.
  • Allah herkesin gönlüne göre verir: Allahü Teâlâ'nın her bireyin taleplerini ve beklentilerini bilerek onlara uygun olanı verdiği inancını yansıtır.
  • Allah insana bir ağız iki kulak vermiş, bir söyleyip iki dinlemeli: İnsanların sadece konuşmaları değil, karşı tarafın söylediklerini anlamaya ve dinlemeye de önem vermeleri gerektiğini ifade eder.
  • Allah ilmi dileyene, malı dilediğine verir: Çalışan herkes ilim sahibi olabilir, zenginlik ise ancak Allahü Teâlâ'nın nasip etmesiyle ele geçer.
  • Allah insana bir ağız iki kulak vermiş, bir söyleyip iki dinlemeli: İnsanların sadece konuşmaları değil, karşı tarafın söylediklerini anlamaya ve dinlemeye de önem vermeleri gerektiğini ifade eder.
  • Allah kimine bal verir parmak vermez, kimine parmak verir, bal vermez (Allah kimisine keş verir diş vermez, kimisine diş verir keş vermez): Allahü Teâlâ kimine çok mal mülk verir, ama bunlardan faydalanamaması için bir kusur verir, kiminin de sıhhati yerinde olur kendi geçimini zor sağlar. Ama mutlaka bunların bir sebebi vardır.
  • Allah kimseye kaldıramayacağı yük vermez: İnsanın karşılaştığı zorlukların üstesinden gelebilecek kapasiteye sahip olduğunu ifade eder. Allah'ın, kullarını güçlerinin ötesinde bir sorumluluk veya sıkıntıyla sınamayacağını vurgular.
  • Allah komşuya kaz versin, bize de tavuk (Komşunun eşeğini iki iste ki, Allah sana bir versin): İnsan bir şeye ihtiyaç duyunca önce komşusuna başvurur. Bu yüzden komşularımızla iyi geçinmeli her zaman onların iyi olmalarını dilemeliyiz.
  • Allah kuluna nefesi sayı ile vermiş: Allah herkesin ömrünü sınırlı yaratmıştır. Kimse ömründe ne bir nefes az, ne de bir nefes fazla alabilir.
  • Allah ne verir de kul götürmez?: Allah'ın kişiye verdiği rızık ve kısmetin, kişinin hayatında kesinlikle yer bulacağını ifade eder.
  • Allah sevdiğine dert verir*:
    1. Dert, acı ve üzüntü insanı olgunlaştırır. Daha çok sevilen, beğenilen, hoşlanılan kişi olmasını sağlar. Başa çıkılamayan dertler ise kulun Allahü Teâlâ'ya sığınıp yakınlaşmasına vesile olur.
    2. Allah başına gelenlere sabreden kulunu ödüllendirir; bu yüzden sabredeceğini bildiği için sevdiği kuluna dert verir.
  • Allah son gürlüğü versin: "Allah, yaşlılık yıllarını bolluk, rahatlık içinde geçirmeyi nasip etsin" anlamında bir atasözü ve dua.
  • Allah uçamayan kuşa alçacık dal verir*: Allah, yetenekleri kısıtlı olanlara durumlarına uygun bir yaşama düzeni verir.
  • Allah verince kimin oğlu, kimin kızı demez*: Kaderlerinde varsa günün birinde insanlar, başlangıçtakinden daha fazlasına sahip olabilirler.
  • Allah verirse el getirir, sel getirir, yel getirir*: Bir kimsenin zengin olması kısmetinde varsa, hiç umulmadık yerlerden bu olanağa salip olabilir.
  • Allah zengine mal verir, fakire çocuk: Zenginler genellikle maddi varlıklara sahipken, fakirler çocuk sahibi olma konusunda daha şanslı olabilir. Herkesin farklı nimetlere ve zenginliklere sahip olabileceği anlatılır.
  • Allah'ın verdiğini kul alamaz: Allahü Teala'nın emrine karşı gelmenin ya da onun isteği dışında hareket etmenin imkânsız olduğunu ifade eder.
  • Allah'ın verdiği taşar dökülür, kulun verdiği başa kakılır (Kul verdiğini duyurur, Hak verdiğini doyurur): Allah'ın cömertliğine kimsenin ulaşması mümkün değildir; insanlar yaptıkları en ufak bir iyiliği bile hatırlatmadan duramazlar.
  • Alma vermenin kardeşidir: Alışverişin ve karşılıklı ilişkilerin ancak dengeli olduğunda sürdürülebileceğini ifade eder. İnsan, aldığı şey karşılığında bir şey vermesi gerekeceğini bilir
  • Almadan vermek Allah'a mahsustur*: İnsan yaptığı herhangi bir şey için mutlaka karşılık bekler.
  • Almadım vermem, görmedim bilmem: Kişinin kendi güvenliği için bazı durumlarda olaylara karışmaması gerektiğini ifade eder.
  • Ana baba verir görümlük, Allah vergisi doyumluk: En büyük ve en güzel iyilik sadece Allah'tan gelendir. Çünkü en büyük güç Allah'tır.
  • Anlatışa göre verirler fetvayı*: Haksız kişi, olayı kendisini haklı gibi göstererek anlatırsa dinleyen ona hak verir.
  • Armut ağacı elma vermez: Herkesin ve her şeyin kendine has bir niteliği veya kapasitesi olduğunu ve bu yüzden herkesin veya her şeyin aynı sonucu veremeyeceğini anlatır.
  • Arkanı ya bir dağa ver, ya bir beye: İnsan birinin himayesi altında yaşayacaksa o kişi varlıklı ve güçlü biri olmalıdır.
  • Arpa verilmeyen at, kamçı zoruyla yürümez*: Bir kişinin verimli olarak iş görmesi, onun geçiminin sağlanmasına bağlıdır.
  • Arsıza yüz verince astar da ister: Görgüsüz, utanmaz kimselere bir şey verdiğin zaman daha fazlasını isterler.
  • Asıl zengin verendir: Gerçek zenginliğin maddi birikimde değil, cömertlikte ve paylaşmada olduğunu ifade eder. Varlığını başkalarıyla paylaşan kişi, ruhsal zenginliğiyle daha değerli kabul edilir.
  • Aşını verme, kaşığını ver: Birine sürekli olarak maddi yardımlarda bulunmaktansa, ona kendi ayakları üzerinde durabilmesi için gerekli araçları sağlamanın daha faydalı olduğunu ifade eder.
  • At ver hasım ol, kız ver hısım ol (At ver hısım ol, kız ver hasım ol): At vermenin veya kız vermenin ardından genellikle ilişkilerde sorunlar çıkabileceğini, insanların birbirine düşman veya akraba olabileceğini ifade eder.
  • At yürümekle yol alır, kibar vermekle ün alır: İlerlemenin emekle ve sürekli çabayla mümkün olduğunu ifade eder. Cömert ve yardımsever kişinin ise iyiliği sayesinde herkes tarafından tanınıp saygı gördüğü anlatılır (kibar: 1. soylu, köklü kimse. 2. büyükler, ulular).
  • Ata et, ite ot verilmez: Her şeyin yerinde ve uygun şekilde yapılması gerektiğini ifade eder.
  • Ata versen at yemez, ite versen it yemez: Verilen şeyin zaten faydasız olduğunu, hiçbir yerde işe yaramayacağını ifade eder (?).
  • Ateş ile sel dilsiz düşmandır, haber vermeden gelir (Od ile su, dilsiz yağıdır): Ateş ve selin, insanların hazırlıksız olduğu zamanlarda birdenbire ortaya çıkarak büyük zararlar verebileceğini, insanların her zaman tedbirli olmaları gerektiğini, beklenmedik tehlikeler karşısında hazırlıklı olmalarını hatırlatır.
  • Atı verdim katır aldım, belayı satın aldım: Daha iyi bir şeyi kaybedip yerine daha kötü bir şeyin elde edilmesinin büyük bir hata olduğunu ifade eder. İyi bir fırsatın kaybedilip, daha kötü bir duruma düşüldüğünde kişinin zor durumda kalacağını anlatır.
  • Atını veren yaya gidermiş: Kendisi için gerekli olan şeyi başkasına ödünç veren sıkıntıyı kendi çeker.
  • Avcı tavşana "Bir kürk vereyim" demiş, tavşan "Postumu soyma da senin kürkünden vazgeçtim" demiş: Kurnaz kişilerin önce dostça yaklaşarak karşısındakini kandırmaya çalıştığını, ancak karşısındaki kişi bu tuzağı fark ettiğinde kandırmanın zorlaştığını ifade eder. Yani, deneyimli ve uyanık bir kişi, kendisine zarar vermek isteyenlerin niyetlerini anlayarak bu tür tuzaklara düşmez.
  • Az ver, çok yalvar: Birine olan borcunun tamamını ödeyemiyorsan hiç değilse bir kısmını ver, geriye kalanı için de süre iste.
  • Az veren candan, çok veren maldan*: Varlıksız kimse, yardım olarak az şey verebilir, bu bir özveridir. Varlıklı kimse çok şey verebilir. Bu ise özveri sayılmaz.
  • Baba oğluna bir bağ bağışlamış, oğul babaya bir salkım üzüm vermemiş*: Babalar çocukları için büyük özverilerde bulunurlar, ama çocuklar babaları için küçük bir özveride bulunmazlar.
  • Baba vergisi görümlük, koca vergisi doyumluk*: Bir babanın kızı için harcadığı para, hazırladığı çeyiz göstermelik olmaktan ileri geçemez. Kızın yaşam boyu süren büyük giderlerini kocası üstlenir.
  • Baban bana öğüt verirken, ben inek gözünde kırk sinek saydım: Nasihat edilen kişinin öğüdü dikkate almadığını ve ilgisini başka şeylere yönelttiğini ifade eder. Özellikle gençlerin, kendilerine verilen öğütleri dinlemek yerine başka şeylerle meşgul olma eğilimlerini anlatır.
  • Babasının mezarını bilmediğin adama kız verme: İnsan hiç tanımadığı, geçmişini bilmediği birine kızını verirse ilerde bundan pişmanlık duyabilir.
  • Bal veren arının iğnesi zehirsizdir: Dürüst, yardımsever ve iyi insanların isteyerek kimseye zarar vermeyeceklerini ifade eder. Bu kişiler, tıpkı bal veren arı gibi faydalı olurlar ve başkalarına zarar vermezler.
  • Baş başa vermeyince iş bitmez: Ekip çalışmasının önemini vurgular ve başarılı sonuçlar elde etmek için işbirliği yapmanın gerekliliğini ifade eder.
  • Baş başa vermeyince taş yerinden kalkmaz: Kimseye danışmadan, araştırmadan yapılan bir işin üstesinden kolay kolay gelinmez. Başarı için en iyi yol fikir alışverişi ve yardımlaşmadır.
  • "Bende kırk yıllık sirke var" diyenden biraz sirke istemişler, "Eğer her isteyene verseydim bende kırk yıllık sirke olur muydu?" demiş: Cimri kişilerin vermekten kaçındığını ve varlıklarını başkalarıyla paylaşmadığını anlatır. Kendilerinde olanı koruma uğruna başkalarına yardım etmekten çekinen kişilere eleştirel bir şekilde yaklaşır.
  • Beş para ver, söylet; on para ver, sustur: Paranın, insanların davranışlarını ve sözlerini kontrol etme gücünü vurgular ve maddi teşviklerle insanların farklı şekillerde yönlendirilebileceğini ifade eder.
  • Bey beyliğini verir, kız kızlığını vermez: Bir genç kızın en değerli varlığı namusudur. Bir insan zenginliğinden, malından vazgeçebilir, fakat bir genç kız namusundan asla vazgeçmez.
  • Beyin verdiği atın dişine bakılmaz: Hediye edilen şeyin kusurlarını aramanın hoş karşılanmayacağını ifade eder. Hediye, kıymeti ve anlamı ile değerlendirilmelidir, eksiklikleri ile değil.
  • Bilmeyenin elinden al, bilenin eline ver: Bir işi en iyi ustası yapar. Beceri isteyen işleri bilen kimselere yaptırmak gerekir.
  • Bir dönümün verdiğini, bir bey veremez: Bir dönüm toprağın sağladığı daimi kazancı herhangi birinin devamlı olarak veremeyeceğini ifade eder. İnsan kendi emeğiyle çalışmalı ve kendi işinin patronu olmalıdır.
  • Bir ver, bin yalvar: Bazı insanlar borcunu hemen ödemez, alacaklısını bir çok kez ayaklarına getirirler.
  • Borcun ilacın bilirim, verip kurtulmaktır: Borçtan kurtulmanın tek yolu borcu ödemektir.
  • Borcun iyisi vermek, derdin iyisi ölmek*: Borçlu ve dertli bir biçimde yaşanılmaz; borçtan kurtulmanın yolu onu vermek, onulmaz dertten kurtulmanın çıkar yolu ise ölmektir.
  • Borcunu vermeyen bir daha bulamaz: İnsanlar başkalarından gerektiğinde maddi yardım isteyebilmek için borçlarına sadik olmalıdırlar.
  • Borç ödemekle (vermekle), yol yürümekle tükenir*: Zamanla her şeyin sonuna gelineceğini ve her işin biteceğini ifade eder. Birden ödenemeyen bir borç azar azar verilerek, uzun bir yol da yürüye yürüye bitirilir; sabır ve azimle her şeyin üstesinden gelinebilir.
  • Borç vermek zordur, borç istemek ondan daha zordur: Borç isteyen utancından nasıl zorlanarak isterse, borç veren de verirken "acaba geri alabilir" miyim diye endişe duyar.
  • Borç vermekle, düşman vurmakla*: Borç vermekle, düşman vurmakla tüketilir, yok edilir.
  • Buğday başak verince, orak pahaya çıkar*: Bir şeye gereksinim artınca o şeyin değeri de artar.
  • Cahil adam meyve vermeyen ağaca benzer: Bilgisiz, cahil kimsenin ne kendine, ne de başkalarına faydası olmaz.
  • Cömerdin eli Tuba ağacına, namerdin eli zakkum ağacına bağlıymış, biri "vermeyin" der, öteki "verin" dermiş: Cennetteki makbul Tuba ağacı insanlara cömertliği, makbul olmayan zakkum ağacı ise cimriliği telkin eder.
  • Çabuk veren iki kere verir: İnsana yardım etmek iyidir, hele ihtiyaç anında gecikmeden edilirse değeri iki kat artar.
  • Çıra dibine ışık vermez*: Başkalarına bol bol yardım yaptığı halde kendi yakınlarına bir faydası olmayan kişiyi anlatır.
  • Çıra is vere vere yanar*: İyi ve faydalı şeylerin bile bazen zorluk ve sıkıntı yaratabileceğini anlatır. Her şeyin bir bedeli vardır ve bazen faydalı olabilecek bir şey bile zorluklara neden olabilir.
  • Çiftçiye yağmur, yolcuya kurak; cümlenin muradını verecek Hak*: İnsanların isteklerinin çatışmasından endişe etmenin yersiz olduğunu, Allah (c.c.)'ın düzenleyiciliğiyle herkesin hoşnut kılınacağını anlatır.
  • Çingeneye beylik vermişler, önce babasını asmış: Kullanmasını bilmeyenlere güç, kudret verilirse topluma zarar verecek şekilde kullanabilir.
  • Deliye el ver, eline bel ver: Bir kişiye yardım ederken ona gerçekten fayda sağlayacak şekilde destek olmanın önemini ifade eder. Yardımın, kişinin ihtiyacına uygun ve onu gerçekten güçlendiren bir şekilde yapılması gerektiğini vurgular (?).
  • Derdi veren devasını da verir*: Her sıkıntının, üzüntünün bir çaresi vardır.
  • Dertleri mezata vermişler, herkes kendi derdine katlanmış: Kişiye kendi derdi büyük görünür, ama başkalarının dertlerini gördüğünde kendi derdine sevinir (mezat: açık artırma ile satış).
  • Deveye kalburla su vermezler: Her işin kendine uygun bir yöntemle yapılması gerektiğini ifade eder. Uygunsuz araçlarla yapılan işler sonuç vermez, sadece emeğin boşa gitmesine neden olur.
  • Devletli yanını kaşısa yoksul para verecek sanır*: Bir isteğin yerine getirilmesini ilgililerden bekleyen kimse, onların bu işle ilişkisi bulunmayan davranışlarını, isteğini karşılamak için yapılıyor diye yorumlar.
  • Dilenciye hıyar vermişler de eğri diye beğenmemiş*: Çok gereksinme duyduğu bir şey verildiği zaman, onun önemsiz kusurlarını öne sürüp hoşnutsuzluk gösteren bir kimsenin durumunu anlatır.
  • Dokuzu vermeyince onu kurtaramazsın (Dokuzu ver onu kurtar): Kurtuluş ya da başarı için gereken çabanın tamamlanmadan sonucun elde edilemeyeceğini anlatır (?). Eksik yapılan iş, istenen faydayı sağlamaz.
  • Dosta sır verme düşman olur, düşmana kötü söyleme dost olur: İnsan ilişkilerindeki değişkenliğe dikkat çeker. Düşmanlıkların dostluğa, dostlukların ise düşmanlığa dönüşebileceği vurgulanır; bu nedenle, insanların sırlarını paylaşırken veya karşı tarafa zarar verici sözler sarf ederken dikkatli olmaları gerektiğini anlatır.
  • Düşman eline kılıç verilmez: İnsan düşmanına yardım ederek güçlendirirse kendi felaketini hazırlamış gibi olur.
  • Düşmana ekmeği yağla da ver: Düşmanlara karşı dikkatli olup açık vermemek gerektiğini ifade eder. Kişi, düşmanına bile kusursuz davranarak zayıf yönlerini göstermemelidir.
  • Ekinci yağmur ister, yolcu kurak (her ikisinin de muradını verir Hak): Herkes Allah'tan ihtiyacı olan şeyi ister, Allah'ta herkese hak ettiği veya dilediği kadarını verir.
  • Ekmeği aça ver, parayı muhtaca ver: Durumun iyiyse ve birilerine bağış yapmak istiyorsan bunu yoksul, kimsesiz ve muhtaç kimselere yap.
  • Ekmeği ekmekçiye ver, bir ekmek de üste ver (Ekmeğini ekmekçiye ver, yarısını yerse helal olsun)*: Verilecek ücret ne kadar çok olursa olsun, her iş uzmanına yaptırılmalıdır.
  • Ekmek veren el ısırılmaz: İnsana iyilik yapan veya yardım eden kişiye karşı nankörlük edilmemesi gerektiğini ifade eder. Minnet duyulması gereken birine zarar vermek, büyük bir yanlış olarak kabul edilir.
  • Ekmek vermez komşu olma: Kişi komşularına karşı her zaman hoşgörülü ve eli açık davranmalıdır.
  • El adamın öğüdünü verir, ekmeğini vermez: İnsan zorda kaldığında akıl veren çok olur, ama yardım eden az olur.
  • El vergisi, gönül sevgisi (İki elin vergisi, gönlün sevgisi)*: Bize bir şey verene, armağan edene karşı gönlümüzde sevgi uyanır.
  • Ele verir talkını (telkini), kendi yutar salkımı (Ele verir öğüdü, kendi kırar söğüdü)*: Kendisinin inanmadığı ve tutmadığı öğütleri başkalarına kolayca verir.
  • Elindekini verme ellere, sonra başını vurursun yerlere (Ver elindekini ellere, vur başını yerlere): Malını kendin kullanmaz da sürekli başkalarına kullandırırsan kullanılmaz hale gelir, verdiğine pişman olursun.
  • Elini veren kolunu alamaz (kaptırır): Bazı yüzsüz kimseler borç isterken utanmaz, ne yapar eder istediklerini koparır, tekrar tekrar ister ve aldıklarını da zamanında geri vermezler.
  • Elinle ver, ayağınla ara*: Ödünç aldığı şeyi geri vermeyi savsaklayanlara yakınma olarak söylenir.
  • Ellere körlük verir, kendi kamburuna bakmaz: Bazı kimseler sürekli başkalarına kulp takar, kendi hatalarını görmezler.
  • Fukaraya veren Allah'a verir (Fukaraya veren Mevla'ya ödünç verir): Yoksul, muhtaç durumdaki insanlara yardım eden kişi, büyük sevap kazanır ve işleri hep yolunda gider.
  • Gemiye binmeyince navlun verilmez: Henüz yerine getirilmemiş bir işin veya teslim edilmemiş bir malın bedelinin ödenmeyeceğini anlatır. Yani, bir hizmet veya iş ancak tamamlanınca karşılık bulur (navlun: Gemiye taşımak için yüklenen mal ve bu malın taşıma ücreti).
  • Genci gence ver de, rızıklarını Allah versin/verir: Gençlerin evlenmeye teşvik edilmesinin önemini ve evlilik kurumunun Yüce Allah'ın bir lütfu olduğunu vurgular.
  • Gönlüm yok vermeye, un sererim örmeye/ipe: Yardım etmek istemeyenler çeşitli bahanelerle yardım etmekten kaçınırlar.
  • Gönül verme evliye, eve gider unutur*: Bir kadın evli bir erkeğe gönül verip onun ilgisine kanmamalıdır; evli erkekler başka kadınlara bağlanmazlar.
  • Gönülsüz verilen sadakadan hayır gelmez: Yardım, eğer isteyerek yapılırsa bir anlam ve güzellik kazanır.
  • Gün olur geçit vermez geçmeye, gün olur su bulunmaz içmeye: İnsanların hayatlarındaki fırsat ve kaynaklar arasında büyük farklılıklar olabileceğini ifade eder. Bazıları ihtiyaçlarına ulaşamazken, bazıları için ise her şey kolayca erişilebilir haldedir.
  • Güzel huylu olanın can verirler sözüne, çirkin huylu olanın kimse bakmaz yüzüne: İyi niyetli ve güzel huylu insanlar genellikle toplumda saygı görürken, kötü niyetli ve çirkin huylu olanlar genellikle dışlanır veya hor görülürler.
  • Haberi verenden alan uslu gerek: Bir haber alındığında aceleyle tepki vermek yerine sakin ve akıllıca hareket edilmesi gerektiğini ifade eder. Duygulara kapılmadan, haberi değerlendirmek önemlidir.
  • Haberi verenden alan uz gerek: Bir kişi ne gibi sonuç doğuracağını bilmediği bir haberi sadece anlatır. Bundan sonuç çıkarmak, dinleyenin anlayış, uslamlama gücüne bağlıdır.
  • Hak verilmez, alınır: Kişi bir şeyi elde etmek için emek harcamışsa karşılığında kaldığı bağış değil hakkıdır.
  • Hak yoluna vermeyiz bir mangır, şeytan yoluna gider tangır tangır: İnsanların hayırlı işlere para harcamakta cimri davrandıklarını, ancak kötü veya yanlış işlere kolayca para harcayabildiklerini ifade eder.
  • Haşarı at kendine ziyan verir: Düşünmeden hareket edenler sadece kendilerine zarar verirler.
  • Her su geçit vermez: "İnsan her şeyi başaramaz" anlamına gelen bir atasözü.
  • Herkes aklını pazara çıkarmış (mezada vermiş), yine kendi aklını almış (beğenmiş)*: İnsanlar kendi akıllarını başkalarınınkinden üstün görürler, çünkü karşılaştırma durumunda ölçüleri yine kendi akıllarıdır.
  • Herkesin arşınına göre bez vermezler*: Hiç kimse, herkesin yararlandığı bir şeyden kendi isteğine, kendi ölçüsüne uygun oranda pay alamaz.
  • Herkesin nasibini/rızkını Allah/Mevla verir: Tüm kainat Allahü Teala'nın eseridir. Dolayısıyla kainatta insanların faydalandığı her şey de Allah’a aittir, onları, Allah vermiştir.
  • Hırsıza acımak, kötülüğe meydan vermektir: Çok yanlış bir davranışı bağışlamak daha büyük yanlışlara davetiye çıkarmak demektir.
  • Hile ile iş gören mihnet ile can verir*: İşlerine hile karıştırarak yaşamış kişi bunun cezasını er geç görür.
  • İnce kanada (kelebeğe) Allah süsü çok, ömrü az vermiştir: Güzel ve narin şeylerin genellikle kısa ömürlü olduğunu ifade eder. Gösterişli ama hassas varlıklar, doğaları gereği uzun süre hayatta kalamaz.
  • İneğe küftün verilmezse sütü alınmaz: Bir şeyler elde edebilmek için önce gerekli hazırlığın ve yatırımın yapılması gerektiğini ifade eder (küftün: Sığırlara yedirilen susam ya da keten küspesi).
  • İnek gibi süt vermeyen, öküz gibi kutan sürer*: Kendisinden bekleneni vermeyeni daha ağır işlere koşarlar (kutan: Büyük pulluk).
  • İsteyenin bir yüzü kara, vermeyenin iki yüzü*: Birisinden bir istekte bulunan kimse bunu utanarak ister, kendisinden bir şey istenen kimse eğer bu isteği karşılamazsa daha çok utanmalıdır.
  • İyi nasihat verilir, iyi ad verilmez*: Bir kimse başkasına iyi öğüt verebilir ama iyi ad, ün veremez, bunu ancak kişinin kendisi kazanabilir.
  • Kadı anlatışa göre fetva verir*: Bir olay nasıl aktarılırsa kararın da ona göre şekilleneceğini ifade eder. İnsanlar genellikle kendilerine sunulan bilgiye göre hüküm verir, bu yüzden doğru ve eksiksiz anlatım önemlidir.
  • Kapına geleni Hızır bil, ne verirsen hazır bil: Gerçekten ihtiyacı olanlara yardım etmekten kaçınmamalı, çünkü mutlaka bir mükafatı vardır.
  • Kapıdan alacaklı bakarken, pencereden sadaka verilmez: Bir insanın borcu varsa önce o borcunu ödeyerek alacaklısını rahatlatmalı ondan sonra diğer insanlara yardım etmeyi düşünmeli.
  • Kaşık ile verir sapı ile göz çıkarır (Kaşığı ile yedirir, sapı ile göz çıkarır): Birine yardım ederken karşılığında bir şey istersen veya başka bir kötü duruma yol açarsan o yardımın bir özelliği kalmaz.
  • Kavgada kılıç ödünç verilmez*: Kişi, silahını başkasına verip kendisini savunmasız bırakamaz.
  • Kazan kazan ver kazana: Çalışıp para kazanmayı ve kazandıklarıyla rızkını temin etmeyi anlatır. İnsan, emeğinin karşılığını ihtiyaçlarına yönlendirmelidir.
  • Kendinden küçükten kız al, kendinden büyüğe kız ver (kendinden küçüğe kız verme): Gelinlerin kocalarına karsı saygı duymalarını sağlamanın kolay yolu, erkek ailesinin kız ailesinden yüksek olmasıdır. Kızlar, evlenecekleri erkeğin evinde, babalarının evinde bulduklarından fazlasını bulup mutlu olmalıdır.
  • Kesen elverirse, borazancı başı ol (Nefesine güvenirsen, borazancıbaşı ol!)*: Herkes ancak kendi olanakları ve yetenekleri kadar bir şeyler yapabilir.
  • Kırk nasihatten bir el vermek iyidir: Maddi desteğe ihtiyacı olanlara yol göstermek yerine direkt yardım etmek daha iyidir.
  • Kıtlıkta satıcıya, bollukta alıcıya Allah insaf versin: Yokluk zamanlarında satıcıların fırsatçılık yapmaması, bollukta da alıcıların açgözlü davranmaması gerektiğini ifade eder. Her durumda adalet ve vicdan sahibi olmak önemlidir.
  • Kızımı ele verdim, yüreğime bere verdim: Ana baba kızını gelin gönderdiği zaman ister istemez bir süre onun boşluğunu hisseder.
  • Kişinin gönlüne göre verir Mevla: Kişi gönlünden ne geçirirse Allahü Teala er ya da geç onu verir.
  • Komşunun eşeğini iki iste ki, Allah sana bir versin: Durumunun iyi olmasını istiyorsan başkalarının da iyiliğini iste.
  • Köpek, ekmek veren (yediği) kapıyı tanır*: İnsanlar iyiliklerini gördükleri kimseleri unutmazlar.
  • Kör boğaz, ne versen yer: Yemek yeme konusunda iradesini kullanamayan insanların yemek seçme gibi problemleri de olmaz.
  • Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz*: "İstenilen şey fazlasıyla elde edildi" anlamında söylenen bir atasözü.
  • Kös dinleyen, davula kulak vermez* (Kös dinlemişe davulun sesi vız gelir): Başından büyük olaylar geçmiş kişi küçük dertleri sorun etmez (kös: Savaşlarda, alaylarda at, deve veya araba üzerinde taşınan ve işaret vermek için kullanılan büyük davul).
  • Kul çalışır, Allah verir: İnsanların çalışıp çaba gösterdiğinde Allah'ın onların emeklerini zayi etmeyeceğini, onları işsiz ve rızıksız bırakmayacağı ifade eder.
  • Kul verdiğini duyurur, Hak verdiğini doyurur: Allah'ın cömertliğine kimsenin ulaşması mümkün değildir; insanlar yaptıkları en ufak bir iyiliği bile hatırlatmadan duramazlar.
  • Kurt kuzuyu haber vererek yemez: Açıkgöz, kurnaz kimseler, kandıracakları kimseleri şüphelendirecek davranışlardan sakınırlar.
  • Kümesin anahtarı tilkiye verilmez: Çıkarcı ve açgözlü kişiler değerli bir şeyi korumakla görevlendirilmez.
  • Lafın azı uzu, çobana verme kızı, ya koyun güttürür ya kuzu*: Ebeveynin, kızını isteyen kişinin yaşam tarzı ve iş alanının, kızının hayatını nasıl etkileyeceğini göz önünde bulundurarak karar vermesi gerektiğini ifade eder. Yani, kişinin iş ve yaşam tarzına göre eşinin de aynı şekilde bir yaşam sürdüreceğini düşünmelidir.
  • Meleğen inek süt vermez:
    1. Boş konuşan veya sürekli şikayet eden kişinin verimli veya yararlı bir iş yapamayacağını ifade eder.
    2. Mantıklı insanlar bazı işlerin olup önceden anlayabilir ve ona göre hareket edebilirler.
  • Mevla'm birçok dert vermiş, beraber derman vermiş:
    1. Her derdin bir çaresi vardır.
    2. Allah insana dert verdiği gibi dermanını da vermiştir.
  • Meyve veren ağaç taşlanır*: Bilgili, hünerli, işinde başarılı olan kimseler kıskanılır, eleştirilir ve işlerini yapmaları zorlaştırılır.
  • Mizaca göre şerbet vermeli: Her insanın karakterine ve durumuna uygun şekilde davranmak gerektiğini ifade eder. Uygun yaklaşım, işleri kolaylaştırır ve gönül kazanır.
  • Mum dibine ışık vermez*: Başkalarına bol bol yardım yaptığı halde kendi yakınlarına bir faydası olmayan kişiyi anlatır.
  • Müflise selamı batakçı verir: Zor durumda olan kişilerin genellikle benzer durumdaki kişilerle ilişki kurabileceğini ifade eder. Borçlu ve iflas etmiş kimseler, çoğunlukla aynı sıkıntıları yaşayanlarla bir araya gelir; durumu iyi olan kimseler bu kişilere ilgi göstermek istemeyebilirler.
  • Nabza göre şerbet verir: Kişi veya duruma uygun şekilde davranarak gönül almayı ifade eder. İnsanlara istedikleri gibi yaklaşan, kolayca işini yürütür.
  • Ne dilenecek hali var ne zekat verecek malı var:
    1. Bazı insanlar öyle çaresiz durumdadırlar ki, kendi zorunlu ihtiyaçlarını bile karşılamakta güçlük çekerler.
    2. Bir kişinin fakir olmadığını ama zengin de sayılmadığını ifade eder (?).
  • Ne kızı verir, ne dünürü gücendirir (küstürür): Bir ricayı bir isteği usulünce, karşı tarafı üzmeden geri çevirebilenlerin durumunu anlatır.
  • Ne verirsen elinle o gider seninle*: İnsanın bu dünyada yaptığı bir iyiliğin ahirette karşılığını göreceği düşünülür.
  • Oğlunu seven hocaya, kızını seven kocaya verir: Oğlunu iyi yetiştirmek isteyenin onu eğitici birine, kızını korumak isteyenin ise ona iyi bakacak bir eşe emanet etmesi gerektiğini ifade eder. Çocukların geleceği, doğru kişilerle yönlendirilip korunmalarına bağlıdır.
  • Olsayı bulsaya vermişler, hiç doğmuş*: Şu iş şöyle olsa, bu iş böyle olsa diyerek istediğimiz sonuca varamayız, elde etmek istediğimiz sonucu istekle değil çalışmakla gerçekleştirmeliyiz.
  • Öğüt veren olur ama ekmek veren olmaz (El adamın öğüdünü verir, ekmeğini vermez): İnsan zorda kaldığında akıl veren çok olur, ama yardım eden az olur.
  • Öküzü olana gön borç verirler: Çok malı olan kişi borcunu kolaylıkla ödeyebileceği için, o kişiye herkes güvenerek borç verir (gön: hayvan derisi).
  • Param seni vereyim de mi düşman olayım, vermeyeyim de mi düşman olayım?: Kendisinden borç para istenen kişi, bu parayı vermese isteyen kişi ona düşman olur. Verse, parası zamanında geri gelmeyebileceği için yine bir düşmanlık belirir.
  • Paraya dağlar yol verir: Paranın her türlü engeli aşabilecek bir güç olduğunu ifade eder. Zenginlik, zor işleri kolaylaştırır ve birçok kapıyı açar.
  • Parayı araya değil, paraya vermeli*: "Parayı gerektiği gibi harcamalı" anlamında bir atasözü.
  • Parayı veren düdüğü çalar*: Gereken parayı ödeyen kimse istediği her şeyi elde eder.
  • Pehlivan okçu / Pehlivan olan sırrını vermez: Bir işin inceliklerini öğrenen bunları bir başkasına anlatmak istemez.
  • Pireye kızıp kürkünü ateşe vermiş: İnsan bazen küçük bir şeye sinirlenip, sonunda pişmanlık duyacağı davranışlarda bulunabilir.
  • Sadaka verenin ömrü uzun olur: Cömertliğin ve yardımlaşmanın insanın hayatını bereketlendireceğini ifade eder. İyilik yapmak, sadece başkalarına değil, kişinin kendi yaşamına da huzur ve sağlık getirir.
  • Sadakayı sağ elin verirken sol elin duymasın: Yapılan yardımların gizli ve gösterişten uzak bir şekilde yapılması gerektiğini ifade eder. İyilik yaparken, sadece Allah rızası gözetilmeli, başkalarının takdirine ihtiyaç duyulmamalıdır.
  • Sağ elinin verdiğini sol elin görmesin*: İyilik gösteriş için yapılmamalıdır.
  • Sana vereyim bir öğüt, kendi ununu kendin öğüt*: Gönlümüze göre olması için kendi işimizi kendimiz yapmalıyız.
  • Selam verdik, borçlu çıktık*: Küçük bir ilgi gösterdik, üzerimize büyük bir iş yüklendik.
  • Selam verdim, "Rüşvet değildir" diye almadılar: Çıkarcı insanların iyiliği ya da samimiyeti bile anlamayabileceğini ifade eder. Yanlış ve olumsuz beklentiler iyi niyetli davranışların bile geri çevrilmesine neden olur.
  • Sen zot ben zot, ata kim vere ot*: Herkes kendisini buyurucu durumda görür, iş yapmakla yükümlü saymazsa ortadaki işi kim yapar?
  • Ser verip sır vermemeli: Kişiler bir başkasına ait sırları ne olursa olsun saklamalıdırlar.
  • Ser verip sır vermeyen serverdir: Canını verme pahasına sırlarını saklayan kişinin gerçek bir ulu ve değerli kişi olduğunu belirtir. Bu kişi, bir sır uğruna her şeyini feda edebilecek kadar cesur ve güvenilirdir (ser: baş, kafa; server: baş, reis, ulu, büyük).
  • Sırrını verme sırdaşına, darılır bir gün kakar başına: İnsanlar arasındaki ilişkilerin zamanla bozulabileceğini anlatır. Sırlarını paylaşan kişi, gün gelip bu sırların kendisine karşı kullanılabileceğini unutmamalıdır.
  • Silah insana yiğitlik vermez: Cesaret ve yiğitliğin silah veya dışsal güçlerle değil, kişinin içsel nitelikleriyle kazanıldığını ifade eder. Gerçek yiğitlik, karakterden ve cesaretten gelir.
  • Son pişmanlık fayda etmez (vermez)*: Sonradan pişman olmamak için bir işi yaparken, bir davranışta bulunurken nereye varacağını hesaplamalıyız.
  • Sorup verinceye kadar vurup ver: Vermek zaten niyetteyse bunu geciktirmenin gereksiz olduğunu ifade eder. İnsan, bir iyiliği yapması gerektiğini anladığında uzatmadan ve karşıdakini bekletmeden hemen yerine getirmelidir.
  • Söz verme, verdinse dönme: Kişi tutamayacağı sözü vermemelidir.
  • Söz vermek kolay, iş onu tutmakta: Verilmiş bir söz, yerine getirilmemişse hiç bir değeri olmaz.
  • Söz vermekle iş bitmez: Birine verilen sözün önemi yoktur, önemli olan o sözü yerine getirmektir.
  • Su, susamışa verilir: Yardımın ihtiyacı olanlara yapıldığını ve yapılması gerektiğini ifade eder.
  • Susuz ağaç meyve vermez: İhtiyaçları karşılanmayan kişiden verim alınmaz.
  • Şahin küçük ama payını ele vermez*: Küçük olmak güçsüz olmak demek değildir, kendilerinden büyük olandan daha güçlü olan küçükler de vardır.
  • Tanımayan dostunu, pazara verdi postunu: Dostluk ilişkilerinde dikkatli olmayan ve güvenilir insanları ayırt edemeyen kişilerin, en değerli şeylerini kaybedebileceğini ifade eder. İnsan, dostlarını iyi seçmeli ve sadık olanlarla olmayanları ayırt edebilmelidir.
  • Tarlanın verdiğini baban vermez (Kötü tarlanın verdiğini, yiğit kardeş vermez): Çalışmanın ve sürekli çabanın kalıcı kazançlar sağlayabileceğini, miras gibi geçici desteklerin ise sınırlı olabileceğini anlatır.
  • Terlemeden para kazanılmaz, solumadan can verilmez*: Hiçbir emek harcanmadan para kazanılması mümkün değildir.
  • Tilki ne kadar çevik ise (de) bir gün boğazı ele verir: Kişi ne kadar kurnaz olursa olsun, açgözlülüğü yüzünden bir gün foyası meydana çıkar.
  • Toprağın verdiğini padişah/kimse veremez: Toprağın sağladığı doğal kaynakların insanlar için sağladığı değerin eşsizliğini vurgular. Bu atasözü, toprağın insanlara sunduğu nimetlerin, hükümdarların veya başkalarının sağlayabileceği maddi veya manevi değerlerden daha büyük olduğunu anlatır.
  • Ucuz veren tez kurtulur: Malını ucuz satan işini kısa sürede bitirip kısa zamanda evine döner.
  • Uzun çarşı baştanbaşa çıkrıkçı, hepsinin rızkını Allah verir: Aynı işi yapan birçok insan olsa da herkesin nasibinin ayrı olduğunu ifade eder. Rızkı verenin Allah olduğu vurgulanarak, kimsenin geçim konusunda endişeye kapılmaması gerektiği anlatılır.
  • Varını veren utanmamış*: Kendisinden bir şey istenen kimse elinde ne varsa onu verebilir; bunun az olmasından veya düşük nitelikte bulunmasından utanç duymamalıdır.
  • Vay ona ki Allah Teala vermeye: Allah insandan kısmetini keserse başka kimse yardım edemez.
  • Veresiye veremem, ardın sıra gelemem, gelirsem de bulamam, bulursam da alamam: Veresiye verilen şeylerin parasının alınmasının zor olacağını ifade eder. Borç verildiğinde, kişinin ardından koşmak, bulmak ve alacağını tahsil etmek zor bir süreç olabilir.
  • Veresiye verenin kesesi boş kalır: Veresiye satış yapan kişinin parasal olarak zor durumda kalabileceğini ifade eder.
  • Yağını veren Allah, bulgurunu aşlığını da verir: İnsanın rızkının ve ihtiyacı olan her şeyin Allah tarafından sağlanacağını anlatır. Eğer Allah tarafından bir konuda bir nimet veya imkân verilmişse, bunun devamı da sağlanacaktır; dolayısıyla güven içinde yaşamak gerekir (aşlık: yemek için hazırlanmış erzak).
  • Yağmurlu havada su veren çok olur: Herkeste bol bol olan ve bolluğundan dolayı değeri azalan şeyi kimse kimseden esirgemez.
  • Yayı, atıcısına vermeli*: İşi ehline teslim etmenin en doğru yol olduğunu ifade eder. Bir iş, ancak o konuda yetenekli ve deneyimli kişilerce başarıyla yapılabilir.
  • Yazın serçeye kim olsa yem verir: Bolluk zamanlarında herkesin yardımsever ve cömert olabileceğini, esas cömertliğin zor zamanlarda gösterilmesi gerektiğini ifade eder. Gerçek değer, kıtlık veya zorluk anlarında yapılan yardımlarda ortaya çıkar.
  • Yerin verdiğini el vermez: Topraktan elde edilen nimetlerin, başkaları tarafından sağlanamayacak kadar değerli ve kalıcı olduğunu ifade eder.
  • Yiğide ver kızı, Mevla'dan iste rızkı (Yiğide ver kızını, Mevla verir rızkını): Birbirinin dengi gençlerin evliliklerine şu bu eksik diye engel olmaya kalkmamalıdır. Allahü Teala lütfuyla evlenenlere yardım eder.
  • Yiğit kızını yiğide vermek ister: Erdemli ve değerli insanın, kızını da değerli ve saygın birine vermeyi arzu edeceğini ifade eder. İnsan, sevdiklerinin iyi bir hayat sürmesini istemekle sorumludur.
  • Yiğitlik vurmakla, zenginlik vermekle: Cesaret ve kahramanlığın eylemle, zenginliğin ise paylaşarak gösterildiğini ifade eder. Gerçek yiğit, gücünü kullanarak kahramanlık yaparken, gerçek zengin de cömertliğiyle tanınır.
  • Yol yürümekle, borç ödemekle (vermekle) tükenir (biter)*: Nasıl yol yürümekle, borç ödemekle bitirilirse, bir işi başarmak için de sürekli olarak çalışmak gerekir.
  • Yüz bulunca/verince astarını ister: Görgüsüz, terbiyesiz kimselere hoşgörülü ve cömert davranırsan daha fazlasını isterler.
  • Yüz verdik deliye, geldi çıktı halıya: Değmemesine karşın kendisine önem verilen eğitimsiz, utanmaz, anlayışsız kişi şımarır, azar ve terbiyesizce davranışlarda bulunur.
  • Yüz verdikçe yüz daha ister: Açgözlü, yüzsüz kimseler kendilerine bir şey verildiği zaman daha fazlasını isterler.
  • Yüz verme arsız olur, az verme hırsız olur*: Öğüt vermede, rızkını sağlamada, terbiye vermede insanlara ölçülü davranmak gereklidir. Ölçüyü kaçırırsak sonuç amaçlananın tersi olur.
  • Zengine mal veren, denize su götürür: Zengin insan ihtiyaç duyduğu her şeye sahip olduğundan ona verilen şey de çok önemli olmaz