Baş ile ilgili deyimler ve anlamları

Güncellenme: Soru/Yorum: 12

Baş ile ilgili deyimler ve anlamları


Kendi kafasını elleri arasında tutan adam
Başına iş açmak
İçinde "baş" kelimesi geçen deyimler, açıklamaları ve örnek cümleler:

  • Baş ağrısı olmak: Sıkıntı vermek: Bu iş yıllarca sürdü ve herkese baş ağrısı oldu.
  • Baş aşağı düşmek: Kişiliğinden kaybederek toplum içindeki durumu sarsılmak: Onun için hayatın bütün kanunu, bütün manası bu baş aşağı düşüşteydi. (Y. K. Karaosmanoğlu)
  • Baş aşağı etmek: Tersine çevirmek: Testiyi eline aldı. Ve baş aşağı etti: — Görüyorsun ya , bir damla bile su kalmamış... (K. Hulusi)
  • Baş aşağı gelmek: Tepesi üstü düşmek: O gece putlar baş aşağı geldi, şeytanın canına düğüm vuruldu. (A. Aymutlu)
  • Baş aşağı gitmek: Durmadan zarar görmek ya da kötüleşmek: Her şey baş aşağı gidiyordu. (R. Özdenören)
  • Baş bağlamak:
    1. Ekin başak bağlamak: Darılar baş bağlamış, / Dilanın saçı ağarmış, / Zorla verdiler ele, / Benim için ağlarmış. (M. Üzülmez)
    2. Birine ya da bir şeye bağlanmak: Bu hoca efendi Kuntu Hacı'nın tarikatına baş bağlamış ve bu yörenin vekilidir. (M. Butbay)
  • Baş başa kalmak: Biriyle yalnız kalmak, iki kişi bir arada yalnız olmak: Henüz baş başa kalıp da bir kelime konuşmadık. (Y. K. Karaosmanoğlu)
  • Baş başa vermek: Birkaç kişi bir işi aralarında konuşmak üzere bir araya gelmek: Geceleri baş başa verip başlarına gelenleri bir söyler, iki dökerlermiş. (E. Sarı)
  • Baş bulmak: (Alışverişte) Kazanç bırakmak: Bazen müşteri baskın çıkar veya malın "ağzı gerçekten aşağı"dır. Fiyat "baş bulmaz," yani "kurtarmaz." (B. Oğuz)
  • Baş (başı) çekmek: Herhangi bir konuda önde gitmek, önayak olmak: Paylaşacak çok şeyi yoktu ama hayırda daima başı çekiyordu. (Ş. Altın)
  • Baş döndürmek: Başarıdan, gururdan, sevinçten çok mutlu duruma getirmek, aşırı heyecanlandırmak: Bir de cennetteki mükafat vardır ki, baş döndürür... (İ. Sarı)
  • (Bir şeyle) Baş edebilmek: Bir şeye gücü yetmek: Ancak sabrederek ve çalışarak baş edebiliyordu üzüntülerle. (C. Aktaş)
  • Baş edememek:
    1. Gücü yetmemek: Babası, ne yiğitler baş edemedi, onu sen mi yeneceksin, haydi çık bakalım, der. (N. Özkan)
    2. Engel olamamak: Babam da baş edemeyince, onu kendi haline bırakmıştı. (M. Baş)
  • Baş eğmek: Direnmeyi bırakıp buyruk altına girmek, boyun eğmek: Dünya içinde ne kadar padişah varsa Süleyman Peygamber'e baş eğdi. Hiçbir yer kalmadı ki Süleyman ona hükmetmeye. (H. N. Atsız)
  • Baş elde iken: Yaşarken, sağken, ölmemişken: Şimdi baş elde iken gayret edegör. (E. Tevfik)
  • Baş etmek: Gücü yetmek, başarı kazanmak, üstesinden gelmek: Onların beraberlerinde getirdiği zorluklarla baş etmeye çalışıyordu. (M. Şekûr)
  • Baş gelmek: Yenmek, gücü yetmek: Sağlam babayiğit çocuk. Bir orduya baş gelir. (Y. Kemal)
  • Baş göstermek: Belirmek, ortaya çıkmak, görülür duruma gelmek: Köyümüzde bir salgın baş gösterdi. (Y. Civelek)
  • Baş göz etmek: (deyiminin anlamı) Evlendirmek, evermek: Askerliğini bitirip dönünce hemen baş göz ettiler.
  • Baş göz olmak: Evlenmek: Evlâdım! Netice-i meram şu oluyor ki sizi kaymakama damat edebilsek hem siz baş göz olmuş olursunuz hem kaymakam sizin gibi edib ... nesîb ü necib bir damada mâlik olmuş olur.. (Recaizade M. Ekrem)
  • Baş kaldırmak:
    1. Düzene karşı ayaklanmak, isyan etmek: Bir yıl sonra 1911'de Yemen Osmanlı'ya baş kaldırdı. (H. Alptekin)
    2. Karşı gelmek, serkeşlik etmek: Bunun üzerine ona en büyük mucizeyi gösterdi. Ama Firavun yalanladı ve baş kaldırdı. (Naziat Suresinden)
    3. Kendini göstermek, ortaya çıkmak: Genç Osman'ın şüpheleri büsbütün baş kaldırdı. (Y. Bahadıroğlu)
  • Baş kesmek: Selam için başını eğmek: Atlarından inip baş kesip selam verdiler Sultan Alparslan'a (F. Duman). Hilmi Beybaba, elini göğsüne bastırıp, baş kesti: — Eyvallah erenler... (A. H. Eken)
  • (Bir yola) Baş koymak: Bir şey uğruna kendini feda etmeye, ölmeye hazır olmak: Onlar ki Rasûlullah'a muhabbetleri sebebiyle vatanlarını, evlerini, mallarını, akrabalarını, arkadaşlarını, ailelerini terk ettiler ve O'nun yoluna baş koydular. (H. M. Parsa)
  • Baş olmak: Önder, reis, öncü olmak: 27 ülkenin hakanına baş eğdirdi, onlara baş oldu. Bütün ömrü at üstünde, seferde ve savaşta geçti. (N. Aytürk)
  • (Her şeye) Baş sallamak: Karşısındaki kimsenin her sözünü uygun bulur görünmek, onaylar davranışlarda bulunmak: Kim inanır söylediklerine, kim baş sallar? (Y. Bahadıroğlu)
  • Baş tacı etmek: Çok sevmek ve saymak, el üstünde tutmak: Bu millet vatanı kurtaranları baş tacı etti... (M. Gürbüz)
  • (Bir yere) Baş tutmak: (denizcilik) Gemiyi bir yere yöneltmek.
  • (Gemi) Baş tutmamak: (denizcilik) Rüzgar, fırtına yüzünden, yapılışındaki ya da istifindeki bir bozukluk dolayısıyla gemi yönetilememek.
  • Baş üstünde tutmak: Çok iyi ağırlamak, çok değer vermek: Yunus Emre, bütün Anadolu'nun baş üstünde tuttuğu bir mânâ sultanı olduğu için, her şehir ve kasabamız, onun kendisinde yatmasını dilemiştir. (A. Kabaklı)
  • Baş üstünde yeri var: "Büyük bir saygı ve ilgi ile karşılanır veya ağırlanır" anlamında kullanılan bir deyim: Bir harfine kırk yıl köle olunur / Baş üstünde yeri var öğretmenin / Nefesinden bol bol ilim solunur / Öğrencide teri var öğretmenin (S. Kaba)
  • Baş üstüne!: Bir dileğin yerine getirileceğini belirtmek üzere "peki" anlamında kullanılan söz: "Baş üstüne Komutanım," dedim. (K. Bilbaşar)
  • Baş vermek:
    1. Bir ülküyü gerçekleştirmeye çalışırken ölmek: Bu uğurda o günden bu güne ne Şehit'ler verdik. Onlar bu uğurda baş verdi. (İ. Arslaner)
    2. Ortaya çıkmak, belirmek: Yürüdükçe günün yorgunluğu, sabahki tartışmanın huzursuzluğu hepsi yitti! İçimde bir sevinç baş verdi! (Ö. Ç. Özeren)
    3. Buğday, arpa gibi bitkiler büyüyüp başakları belirmek.
    4. (denizcilik) Rüzgarı ya da akıntıyı başa almak.
  • Baş vurmak: Balık oltaya vurmak: Ama bu oltaya bir baş vurmaya değer. Bir baş vurdu. Hasisin oltasının iğnesini dümdüz etti. (E. Sarı)
  • Baş yemek:
    1. (mecazi) Birinin ölümüne sebep olmak: Ne baş yedi, ne kan içti bu meydan! / Bu meydan âşıktan canını ister. (N. F. Kısakürek)
    2. (mecazi) Birinin işinden atılmasına veya güç bir duruma düşmesine yol açmak.
  • Başa baş gelmek (kalmak):
    1. Eşit olmak, denk olmak: Hesap edecek olsam şu üç ay sürede kazandığım para harcadığımdan fazla olmasa bile başa baş gelir. (A. Mithat Efendi)
    2. Berabere kalmak: Atlar neredeyse başa baş gelmişti. (M. Adıbeş)
  • (Bir işle, bir kişiyle) Başa çıkamamak: Bir işi sonuçlandıramamak, başaramamak; bir kişiye karşı başarılı olamamak: Çok çalışıyorsa da bir türlü başa çıkamıyordu (H. İ. Dinamo). Kral bile bunlarla başa çıkamıyordu. (N. F. Kısakürek)
  • (Bir şeyle, biriyle) Başa çıkmak: Bir şeye gücü yetmek, bir şeyin üstesinden gelmek; güçlükler çıkaran biriyle olan işini, istediği biçimde sonuçlandırabilmek: Çevikti ve çoğu kez sarhoş olan adamlarla başa çıkıyordu. (S. Soysal)
  • Başa geçmek:
    1. En yüksek makama geçmek, baş olmak: Arslan, babasının ölümü üzerine başa geçti. (E. Sarı)
    2. Başkalarını geride bırakıp en ileriye geçmek: Evlendikten sonra birdirbir oynar gibi meslektaşlarının üstünden atlamış başa geçmişti. (N. Kamran)
    3. En baştaki yere oturmak: Babası masanın başına geçti. Kardeşi annelerini öperek karşısına oturdu. (B. Eyüboğlu)
  • Başa gelmek: Kötü bir duruma uğramak: Nerden yedik ki silleyi, / Sezemedik bu hileyi, / Çekeceğiz bu çileyi, / İş bir kere başa geldi. (F. Akın)
  • Başa güreşmek:
    1. En yüksek ağırlıkta güreşmek: Ünlü bir pehlivan vardı, başa güreşiyordu. (H. Adın)
    2. Bir işte en büyük, en üstün olmayı amaçlayarak çalışmak: Aslan, ormanlar kralıdır, her zaman başa güreşir ve başı çekmeyi sever. (A. S. Özbaşar)
  • Başa kakmak: Yapılan bir iyiliği birinin yüzüne vurmak: Rabbin katında daha fazlasını almak istersen eğer, yaptığın iyiliği başa kakma. (İmam Maverdi)
  • Başı ağrımak: Yaptığı bir işten dolayı hesap sorularak üzüntüsü olmak: Bu sefer de yanlış vurmuştu taşı ve kendisinin başı ağrıyacaktı sonunda. (K. Korcan)
  • Başı bağlanmak: Sözü kesilmiş, nişanlanmış, evlenmiş olmak: Genç yaşta başı bağlanmış bir köylü kızıydı karısı. (İ. Gülseçgin)
  • Başı belaya girmek: Sıkıcı, üzücü, güç bir durumla karşılaşmak: Belki de görülmesi istenmeyen bir şeyi gördüğü için başı belaya girmiş. (A. Yakşı)
  • Başı çatlamak: Başı çok ağrımak: Başı ağrıdan çatlıyordu, biri kafasını tokmaklıyordu sanki.
  • Başı çekmek:
    1. Önayak olmak: Kim başı çekti, kim gönüllü gitti, kim zorla sürütülerek götürüldü, bilen sağdır Allahıma şükür. (K. Tahir)
    2. Başta bulunarak oyunu ya da alayı yönetmek.
  • Başı dara düşmek: Sıkıntıya girmek: Başın dara düşerse hiç düşünmeden çık gel, ya da bir haber sal yeter, bu kardeşin koşa koşa gelir. (M. Gürbüz)
  • Başı daralmak: Sıkıntıya, darlığa düşmek: Vatan çocuğu olan talebelerini, bir baba şefkatiyle sever, kimin başı daralsa yardımına koşardı. (Türk Edebiyatı)
  • Başı darda kalmak: Parasızlıktan dolayı sıkıntıda olmak veya içinden çıkılamaz bir sorunla karşılaşmak: Başı darda kalmış, iyi niyetli, çalışkan insanların elinden tutmaktan büyük bir mutluluk duyardı. (H. Dizdaroğlu)
  • Başı derde girmek: Çözülmesi güç, sıkıntılı bir işle uğraşır durumda, sıkıntılı durumda olmak: "Yine başı derde girmiş anlaşılan. Bana uzunca bir telgraf yollamış. Beni yanına çağırıyor." dedi telaşla. (E. Özkul)
  • Başı dik olmak:
    1. Onurlu, gururlu olmak: "Ey başı dik hükümdar! Düşünde bir adam görmüştün, o kişi ünlü bir hükümdar olacak; öylesine büyüyecek yücelecek ki başı güneşi bile gerilerde bırakacak!" (Firdevsi)
    2. Utanılacak bir durumu olmamak: Bütün zorluklara rağmen hep başı dik olacak ve kendisini kınama cüreti gösterenlere dönüp bakmaya bile tenezzül etmeyecekti. (E. Subaşı)
    3. Cesur, yürekli olmak: Düğün alayı gibi gidiyordu. Atlılar... Silahlar... Başı dik delikanlılar... (M. Adıbeş)
  • Başı dönmek:
    1. (mecazi) Bir şeyin kuvvetle etkisi altında kalıp şaşırmak, şaşkına dönmek: Huzuruna vardığında, gördüğü ihtişamdan başı dönmüştü. (S. Yalsızuçar)
    2. (mecazi) (Büyük bir makama yükselen kimse) Şımarıp yakışıksız işlere kalkışmak: Gençliği ve şöhretinin çokluğundan başı dönmüş haldeydi. (M. Baydoğan)
  • Başı göğe ermek: (alay) Umulmayan bir mutluluğa ermek: Gelini atının üzerinde böylesine süslü görenler "Gelinin başı göğe erdi" derler. (Türk Folkloru)
  • (Bir şeyle) Başı hoş olmamak: (Bir şeyden) Hoşlanmamak: İçkiyle başı pek hoş değildi (M. Gülsoy)
  • (Birinin) Başı için: "Çocuğunun başı için", "annenin başı için" gibi sözlerde kullanılan ant ya da yalvarma sözü: Senin de çocuğun vardır, çocuğunun başı için yavruma bağışla beni! (O. Kemal)
  • Başı kazan gibi olmak: Başında uğultulu bir sersemlik olmak, başı şişmiş olmak: Çalınan alafranga havalardan başı kazan gibi olduğu için... (O. Gündüz)
  • Başı nâra yanmak: Birinin yüzünden büyük zarara uğramak: Bana geldiğiniz duyulursa ikimizin de başı nâra yanar (N. Hikmet). Benim gibi onun da başı nâra yanmasın. (Musahipzade Celal)
  • Başı sıkılmak (sıkışmak): Herhangi bir güçlük karşısında kalmak: Başka çare bulamazsan, başın sıkışırsa benim Topkapı'daki dükkâna uğra. (H. Topuz)
  • Başı sıkıya gelmek: Herhangi bir güçlük karşısında bunalmak, zor durumda kalmak: Ne vakit başı sıkıya gelse etrafındakilerden imdat istemek, başkalarının gayret ve muavenetine sığınmak, huyunun en şayanı dikkat hususiyetlerinden biriydi. (Y. K. Karaosmanoğlu)
  • Başı taşa değmek: Ağır bir durum kendisine ders olmak: İnsanların başı taşa deyince anlar her şeyi. Şuan geçmişte olsaydım, hayata yeni yeşillikler verirdim... (H. Yetkin)
  • Başı tutmak: Gürültüden ya da üzüntüden başı ağrımak: Tamam, saatlerdir çalıyorsun, söylüyorsun. Başım tuttu artık, yeter. (O. Baydar)
  • Başı üstünde yeri olmak: Her zaman iyi karşılamak, ağırlamak, saygı duymak ya da yeğlemek gibi anlamlarda kullanılır: Her neyse, geldin ya, ne için gelirsen gel, başım üstünde yerin var. (Y. Kemal)
  • Başı yastığa düşmek:
    1. Yorgunluktan veya güçsüzlükten uykuya dalmak: Daha fazla konuşamadı, sustu. Başı da yastığa düştü. Bir süre gözleri kapalı öyle kaldı.. (Y. Kemal)
    2. Ölmek: Aldığı nefesler sona erip, başı yastığa düştü. (A. Efe)
  • (Atın) Başı zapt olunmamak: Binicisini alıp götürmek.
  • Başım gözüm üstüne: Belirtilen istekleri içtenlikle yapmayı kabul etmeyi anlatan bir söz: Sonra Sungur erine yönelerek, "Bu evlatlarıma gözün gibi bakasın..." dedi. Sungur, "Başım gözüm üstüne emirim..." diyerek başını öne eğdi ve saygıyla ardı sıra yürüdü. (R. Ateş)
  • Başım (Başı) kel mi?: "Benim eksiğim ne, neden beni ayrı tutuyorsunuz, mahrum bırakıyorsunuz?" anlamında şaka yollu sitem sözü: Dedem, neneme hemen takıldı: "Ne bu be yahu benim başım kel mi de bana kaşık getirmedin? Ben de helva yemeyecek miyim? (T. Gülen). Sonunda annem, "Cengiz'in başı kel mi, o da gitsin..." dedi. (A. İlhan)
  • Başımla beraber: Memnunlukla, seve seve: Başımla beraber sevdiğim / Aşkından ekmek gibi dilindiğim (A. Duman). Benimle oturmak meselesine gelince.. başımla beraber yavrum. (P. Safa)
  • Başın (Başınız) sağ olsun: Yakınlarından birini toprağa vermiş kimseye "Sen sağ ol", "Allah sabır versin" anlamlarında söylenen taziye sözü: "Güzel kardeşim, başın sağ olsun. Hakkı abinin mekânı cennettir, cennet" (S. Öz). "Başınız sağ olsun. Acımız büyük. Çok kıymetli, muhterem bir insandı, nasıl oldu böyle aniden?"
  • Başına balta kesilmek (olmak): Sürekli istemek, ısrar etmek, inat etmek: Usta, işe başlar, haftalar, aylar geçer ücret gelmez. Müdürün başına balta olurlar, işi asarlar... (M. E. Soysal)
  • Başına bela olmak: Sıkıntı vermek, tedirgin etmek, musallat olmak: Bir süredir hastanenin başına bela olmuştu. Geceleri gelip ilk yardım bölümünde olay çıkarıyor, zorla istirahat istiyor, verilmezse kavga ediyordu. (Y. Nabi)
  • (Bir kimsenin) Başına bir hal gelirse: Örtmece yoluyla "ölürse" anlamında: Allah korusun ya oğlanın başına bir hal gelirse? (B. Büyükarkın)
  • Başına bir hal gelmek: Kötü bir duruma düşmek: Belki bulamam diye, başına bir hal gelir diye hep seni düşündüm Ömerim. (O. Özbaş)
  • (Birinin) Başına çalmak: Bir şeyi öfkeyle, nefretle geri vermek: İstemiyorum. İşte al yüzüğünü, başına çal!.. Ben bu kadar merhametsiz, gaddar, insafsız, katı yürekli, nursuz, çirkin, bir adamla hayat arkadaşlığı yapamam.
  • Başına çalsın!: Birine verilmek istenilen bir şeyin öfke ve tiksinmeyle geri çevrildiğini anlatmak için söylenir: Kırk yılda bir borç isteyecek olduk, söylemediğini bırakmadı. Alsın parasını başına çalsın! (N. Muallimoğlu)
  • Başına (tepesine) çıkarmak: Şımartmak, çok yüz vermek: Zati hep sende kabahat, yüz verdin, yüz verdin... Başına çıkardın herifi. (T. Apaydın)
  • (Birinin) Başına (tepesine) çıkmak: Birinden yüz bulup ona karşı pek şımarıkça davranmak: Çocuğun her dediğini yaparsan elbet başına çıkar. (N. Muallimoğlu)
  • (Birinin) Başına çorap örmek: Birine kötülükte bulunmak için belli etmeksizin hazırlık yapmak, fesat kurmak: Ağa, iyi insan değildi. Başına çorap örebilirdi. (R. Enis)
  • Başına dert açmak: Kendini kötü ve zor bir duruma düşürmek: El âlemin işini üzerine alarak başına dert açmanın manası var mı? (N. Muallimoğlu)
  • Başına dert etmek: Bir şeyi kendine üzüntü konusu yapmak.
  • Başına devlet kuşu konmak: Bir kimsenin durumunu çok düzeltecek bir olay olmak: "Başına devlet kuşu kondu. Doğru saraya git, padişahımızın elini öp ve kızını eş olarak kabul et" demiş... (S. Kaplan)
  • Başına (tepesine) dikilmek:
    1. Birinin yanından uzaklaşmamak, onu denetim altında bulundurmak: Asker başına dikilmiş onu izliyordu.
    2. Bir işi yaptırmak için yanında ayakta durmak: Ekrem Bey'i sekreterinin başına dikilmiş, bir şeyler yazdırırken gördüm. (A. Çubukçu)
  • Başına dikmek:
    1. Bir şeyi ya da kimseyi korumak için birini görevlendirmek: Hemen sarayın dışında bir kule yaptırmış ve en inatçı nöbetçilerden birisini kulenin başına dikmiş.
    2. Bir içeceği, kabı yukarı kaldırarak bitirene kadar içmek: Bakakalmış kıza. Ayranı başına dikmiş, üstüne başına dökmüş. (E. Sarı)
  • Başına dolamak: Musallat etmek: Zehra'yı başına bunlar dolamış olamaz mıydı? "Kızın kulağını doldurmuşlardır kuşkusuz," dedi. (E. Bener)
  • Başına dünyanın belasını sarmak: Büyük felaket getirmek: Çabasının meyvesini, muhtemelen kendi başına dünyanın belasını sararak hemen hemen almıştır. (K. Özden)
  • (Birinin) Başına ekşimek:
    1. Ağır yük olmak: Didar onun başına ekşidi... Adamcağız ister istemez belâya katlanıyor. (V. Nureddin)
    2. Üstüne kalmak: Şimdi hesap Sacit ile kardeşinin başına ekşidi. (S Ertem)
  • Başına geçirmek: (mecazi) Bir şeyi öfkeyle birisinin başına vurmak: Radyo kutusunu kaldırdım, adamın başına geçirdim. (A. Nesin)
  • (Birinin) Başına gaile açmak: Sıkıntı yaratmak, üzüntü vermek: Devletin başına gaile açan âyanların başında, Vidin'de yerleşen bir Yeniçeri, Pazvandoğlu Osman Ağa geliyordu. (Y. Öztuna)
  • (Bir şeyin) Başına geçmek:
    1. Bir işi yapmak üzere hazırlanmak: Az sonra Kör Hacı geldi, tezgahın başına geçti, türkü söyleyerek nal dövmeye başladı. (Y. Kemal)
    2. (Bir işin) Yönetimini ele almak: Anadolu'ya gelerek devletin başına geçti, düzeni sağladı. (B. Öztürk)
  • Başına (...) gelmek: İyi karşılanmayan bir duruma düşmek: Gittim, paraları tahsil ettim. Dönerken, başıma bu iş geldi.. Bu haydutlar, yanımdaki paraları almak için, az kalsın beni öldüreceklerdi. (Z. Şakir)
  • (Bir yerin, bir işin) Başına gelmek: Bir görevi üstlenmek, yüklenmek: Zindandan kurtularak, Mısır'da hazinelerin başına gelmişti. (M. Karahan)
  • Başına güneş geçmek: Güneş çarpmak: Oğlum, şapkanı giy, başına güneş geçecek! (C. Canova)
  • Başına hal gelmek: Pek çok güçlükle karşılaşmak: Gece vakti şahit buluncaya kadar da başıma hal geldi (R. N. Güntekin). Zaten kadını kandırıncaya kadar başıma hal geldi.
  • Başına iş açmak: Uğraştırıcı ve üzücü bir işin çıkmasına yol açmak: Manasız ihtiras ve tutkusu başına iş açmıştı. (O. T. Aysu)
  • Başına iş çıkarmak: İstenilmeyen veya uğraştırıcı bir işe yol açmak: İsyan ederek devletin başına iş çıkardı. (E. B. Şapolyo)
  • Başına kahya kesilmek: Her hareketine karışmak, her hareketine müdahale etmek: Ya koca ya da sevgili sıfatlarıyla balta olurlar. Başına kâhya, buyurgan, belâ kesilirler... (H. R. Gürpınar)
  • Başına kakmak: Yapılan bir iyiliği yüzüne vurarak birini üzmek: Ey iman edenler! -İnsanlara gösteriş için malını harcayan, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan kimse gibi- başa kakmak ve incitip eziyette bulunmak suretiyle sadaka ve hayırlarınızı boşa çıkarmayın. (Bakara Suresinden)
  • Başına kalmak: İstemediği halde bir işi yapmak ya da bir kimseye bakmak zorunda kalmak: Amcam da şehre çalışmaya gidince hepten benim başıma kaldı bütün işler (B. Yazıcı). Sekiz yaşında oğlan kardeşi onun başına kalmıştı. (S. Ali)
  • Başına kan çıkmak: Öfkelenmek, hiddete kapılmak, kontrolünü yitirmek: Pertev Bey'in başına kan çıktı, hiddetten bir kriz geçirdi ve büsbütün hastalandı. (M. Ayaşlı)
  • Başına karalar bağlamak: Çok kederlenmek, yas tutmak: Genç kızını kaybettikten sonra başına karalar bağlamış, nenem gibi kamburlaşmıştı. (E. Alataş)
  • (Bir şeyi birinin) Başına sarmak: Birine musallat etmek: Belki de seni kapmak için başına sardı bu felaketi!.. Ateşten ok yüreğine yapışınca anlarsın! (N. F. Kısakürek)
  • Başına taç etmek: Çok değer verip yüksek bir ilgi göstermek, el üstünde tutmak: Aşkı başına taç et, dünyevi aşk dahi olsa taç et, çünkü bir insanın kalbine aşk gelirse, mutlaka ardından ilim de gelir, irfan da gelir. (A. Kuddusi)
  • Başına taş düşmek (yağmak): Felakete uğramak: Ama her başına taş düşen bu taşın benden geldiğine ya inanmış, ya da inandırılmışlardır (M. S. Koçaş). Halkın başına taş yağarsa, bizim başımıza da taş yağar, halka ateş açılırsa, bize de açılır. (M. Öksüz)
  • Başına üşüşmek: (Birçok kimse bir anda) Bir şeyin veya bir kimsenin yanına toplanmak: Çocuklar, Güngör'ün başına üşüştüler: "Bana da ver." "Bana da." "Bana da." (A. Bozfırat)
  • Başına (ensesine) vur ağzından lokmasını al: Uysal ve sessiz kimseler için söylenir: Bir sözüyle çocuk gibi çekip çevirebildiği "başına vur, ağzından lokmasını al" yaradılışlı adamın yalnızca adını duymak bile acaba bundan birkaç saat önce onu neden yıldırımla vurulmuşa döndürmüştü?
  • Başına vurmak:
    1. İçki, gaz, sıcak vb.'nin fazlalığı nedeniyle sersemlemek, yaptığını bilemez duruma gelmek: Bize ne bunlardan... Şarap başına vurdu galiba... Kendine gel de , ne yapmamız lâzım geldiğini düşünelim... (O. Özdeş). Acı acı güldü: "Sıcak başına vurmuş senin yahut uzun savaş yılları aklını karıştırmış. Git, istirahat et. Salim kafa ile düşün. (Y. Bahadıroğlu)
    2. Yoksunluk nedeniyle dayanamaz olmak: "Siz olmadığınız zaman sağ olsun İsmail çağırıyor. Ev yemeğine doyum olmuyor." "Anlaşıldı Sait yalnızlık başına vurmuş, seni bir an önce evlendirmemiz lazım." (İ. Selman). Açlık ve uykusuzluk başına vurmuştu.
    3. Bir hal, olay veya durumdan çok etkilenip yaptığını şaşıracak duruma gelmek: Baldur'un ölümü başına vurmuş (M. N. Sepetçioğlu).
  • Başına yıkmak: Harap etmek, zor durumda bırakmak: Kendi evinin direğini kendi kesti, kendi evini kendi başına yıktı. (Mesnevi)
  • (Bir şeyi birinin) Başına yıkmak: Sıkıcı ve güç bir şeyi kendisi yapmayıp başka birine yüklemek: Saat on olmadan bütün millet evi bırakıp kaçtılar. Yani işi başıma yıkıp gittiler.
  • (Bir kimsenin, bir şeyin) Başında beklemek (durmak): Yanında durup gözetlemek: Hastalandığında sabahlara kadar başında bekliyordu. (C. Çetik)
  • Başında bitmek: Aniden peyda oluvermek: Ben sandalyeme oturmadan amirim başımda bitti. "Şu şu işler ne oldu? Falan dosya hazırlandı mı? Şu paralar tahsil edildi mi? Falan filan..." (K. Erzurum)
  • (Birinin) Başında değirmen çevirmek: Gürültüyle rahatsız etmek: Başında değirmen taşı bile dönse, bir bilgin gibi sıkıntılı zamanında dahi yumuşak davran. (R. Şenol)
  • Başında kavak yelleri esmek: Toyca, pembe düşler kurmak, gerçekçi olmamak: İnsan âşık olunca değişiyor, dünyaya meydan okuyor, hiçbir şeyi umursamıyor, başında kavak yelleri esiyor... (M. S. Aslankara)
  • Başında kışlamak: İstenmeyen bir yerde, birinin yanında uzun süre kalmak.
  • Başında olmak:
    1. Bir yerin yöneticisi olmak: Kendisi devletin başındaydı ve bütün yetki elindeydi.
    2. Bir işe sahip çıkmak.
  • Başında paralansın!: Ondan gelecek şey eksik olsun, gelmesin: Parası da başında paralansın, malı da. Gözüm görsün istemiyorum. (D. Ceyhun)
  • Başında torbası eksik: (Hayvanın başına bağlanan yem torbasına atıfla) Hayvan, eşek anlamında hakaret yollu söylenir: Siz onu istediğiniz kadar yükseltin. Bana sorarsanız başında torbası eksiktir, derim. (H. F. Gözler)
  • Başından aşağı kaynar sular dökülmek: Üzücü ya da kötü bir olay karşısında birdenbire büyük bir sıkıntı duymak: "Onu öyle gördüğüm zaman, başımdan aşağı kaynar sular döküldü." (Y. Mert)
  • (Birinin işi) Başından aşkın olmak: İşi pek çok olmak, çok meşgul olmak: "İşim başımdan aşkın zaten, söyle hadi ne söyleyeceksen." (S. Demiray)
  • Başından atmak (savmak):
    1. Yapılması güç bir işin sorumluluğundan kendini kurtarmak: Artık onun her şeyinden ben sorumluyum. Hastaneye yatırarak başından attı dedirtemem. (L. Köselioğlu)
    2. Bir istekte bulunan kimseyi bir bahaneyle uzaklaştırmak: "Sen idare edersin" demekle yetindi. Başından atıyordu. (Y. Keskin)
  • Başından (yaşından) büyük işlere girişmek: Gücünün üstünde işlere kalkışmak: Ama, namussuz pis, biti kanlanınca, başından büyük işlere girişmiş; neyin nesi oldukları bilinmeyen, kimi kravatlı, kimi hırpani heriflerle düşer kalkar olmuş... (T. Buğra)
  • Başından geçmek: Daha önce aynı durumla karşılaşmış olmak: Sevinmişti oğlunun bu denli neşesine. Biliyordu gençliği, onun da başından geçmişti gençlik. (M. İzgü)
  • (Bir işi) Başından kesmek: Kesin olarak önlemek, ortadan kaldırmak: Otoriteyi zayıflatacağından Hz. Ebubekir bu minvalde bir eğilimin önünü daha başından kesmek istemiştir. (O. Akyener)
  • Başından savmak: → Başından atmak.
  • Başını ağrıtmak:
    1. Gereksiz sözlerle birini bunaltmak: O kadar çok konuşmuştu ki başımı ağrıtmıştı. (S. D. Ergenç)
    2. Üzüntü vermek, rahatsız edip uğraştırmak: Yaptığımız şakaların dozunu ayarlayamazsak, bu durum ileride başımızı ağrıtabilir. (Y. Ömeroğlu)
  • Başını ağrıtmamak (başınızı ağrıtmayayım): Anlatılan bir sorunu sonuca bağlarken sözün uzadığını anlatmak için söylenir: Neyse daha fazla başını ağrıtmayayım. Sen nasıl olsa aklına; başkan olmayı koymuşsun. Benim konuşmalarım, sana nafile gelir. (T. Akansu)
  • (Bir şeyden) Başını alamamak: Bir şeyden kurtulamamak; o şey yüzünden başka bir şey için zaman ve fırsat bulamamak: Zevkle yaptığı tek iş kitap okumaktı, fakat nöbetlerden başını alamıyordu. (A. E. Kavaklı)
  • Başını alıp gitmek: İzin almadan ve gideceği yeri bildirmeden gitmek, savuşmak: Ben de başımı alıp gitmek istiyordum. Amma nereye? Bilmiyordum. Yalnız bu şehirden, bu insanlardan kaçmak, uzaklara, dilini bilmediğim memleketlere gitmek istiyordum. (C. S. Tarancı)
  • Başını ateşlere yakmak: Başına büyük bir dert almak: Vara yoğa, arsız arsız gülen zamane kızlarını alıp ta evladımın başını ateşlere yakmam. (A. H. Eken)
  • Başını bağlamak: Birini sözlemek, nişanlamak ya da evlendirmek: Zamanı gelip kısmeti çıkınca başını bağlamışlar. (S. Dölek)
  • (Bir kimsenin, bir şeyin) Başını beklemek: Gözetlemek, yanında durup göz önünden ayırmamak: Gece boyu başını bekliyor, terlediğinde ter beziyle kuruluyor, tez elden çamaşırını değiştiriyor, susadığında bir yudum ılık su vererek dudaklarının kurumasını önlüyor, bir yandan da alıp veriyordum kendi kendime... (M. Balel)
  • Başını belaya sokmak: Birini, kötü sonuçlar verecek bir duruma itmek: Birçok sefer asi ruhu başını belaya sokmuştu ama bu seferki çok ağır geliyordu ona. (K. B. Çağıl)
  • Başını bir yere bağlamak: Birini bir işe koyarak avarelikten ve boş gezmekten kurtarmak: Fakat manevi sıkıntılarım devam edip duruyordu. Valide, bunun çaresini kendi tabiriyle başımı bir yere bağlamakta buluyordu. (B. N. Kaygusuz)
  • Başını çatmak: Baş ağrısını geçirmek üzere alnın üstünden eşarp ve benzeri şeyleri fırdolayı bağlamak.
  • Başını derde sokmak: Sıkıntılı bir duruma girmek ya da getirilmek: — Başını derde sokma da ne yaparsan yap! (A. Saraç)
  • Başını dik tutmak: Onurunu korumak: Savaşçı başını dik tuttu ve onu yakalayan kaba adamların huzurunda hiçbir korku göstermedi.
  • Başını dinlemek: Kafasını dinlendirmek: Mustafa Kemal, başını dinlemek için sık sık, eski karargâhı Ziraat Mektebinin yamaçlarında kurmuş olduğu örnek çiftliğe gidiyordu.
  • Başını döndürmek:
    1. Mutluluktan yarı sarhoş duruma getirmek: Aralarındaki bu elektriklenme ikisinin de başını döndürmüştü. (M. Duygu)
    2. Kendine hayran bırakmak: Sonunda onu görmüş, gözleri başını döndürmüştü. Bir perikızı yumuşaklığında ve sükûnetindeki sesi kulaklarından kalbine doğru sıcak sıcak akmıştı. (A. Kurdoğlu)
  • Başını duman almak: Efkarlanmak: Efkârlı başımı duman bürüyor / Yürekteki yağlar bile eriyor
  • Başını ezmek: Bir daha kötülük edemeyecek duruma sokmak: Eğer şeytanın başını ezmek dilersen, gözünü aç ve gör ki şeytanın katili edeptir. (Mevlana Hz.)
  • Başını gözünü yarmak: Bir işi kötü, yanlış, kusurlu yapmak, bir işi istenildiği gibi yapmamak: Velininkini de Aliye isnat eder ve fıkranın mahiyetini değiştirecek surette başını, gözünü yarar. (M. K. İnal)
  • Başını istemek: Birinin öldürülmesini istemek: İyi biliyordu ki Paşa onu görmeyi değil başını istiyordu.
  • Başını kaldıramamak:
    1. Bir işi aralıksız sürdürmek: Çocuklar başını kaldıramıyor çalışmaktan. Ama artık hafta sonunun keyfi başka. (K. Karakaşlı)
    2. İyileşememek, yataktan çıkamamak: Ciciannem gece gündüz yatıyor, başını yastıktan kaldıramıyordu. (K. Memiş)
  • Başını kaşımaya vakti olmamak: Arada en küçük başka bir işi bile yapamayacak kadar çok işleri bulunmak: Kalkıp kasabaya gitmeyi, dâva vekilini görmeyi düşünüyordu; ama işleri çoktu, başını kaşımaya vakti yoktu. (M. N. Özdemir)
  • Başını (kellesini) koltuğunun altına almak: Bir işe ölümü göze alarak girişmek: Bendeleri dahi başını koltuğunun altına alarak vatanım ve velinimetim için yapacağım bu hizmetten dolayı mesrur ve mağrur olduğum halde ve maruz kalacağım müthiş tehlikeleri düşünmekten kuvve-i müfekkiremi men'ile buraya geldim. (B. Şakir)
  • Başını kurtarmak:
    1. Canını kurtarmak: Hem başını kurtarmış, hem de ağabeyini bertaraf ederek babasından sonra tek vâris olarak tahta geçmeği sağlamış olacaktı. (Ş. Turan)
    2. Geçimini sağlayacak bir duruma gelmek: En büyükleri, esâsen başını kurtarmış, tahsilinin son kademelerine gelmiş genç bir adamdı. (S. Ayverdi)
  • Başını ortaya koymak: Bir işe girişirken ölümü göze almak: Müslümanlar arasında fitneye sebep olan zalimlere karşı başını ortaya koyarak Hakk için direnmeyi bize öğreten Hazreti Hüseyin (ra) Efendimiz'dir. (Altınoluk)
  • (Bir yere) Başını sokmak: İyi kötü barınılacak bir yeri bulunmak: Kendisi emekli, iyi kötü başını sokacak bir gecekondusu da var. (M. Anıl)
  • Başını taştan taşa vurmak: Çaresiz kalarak çok pişman olmak: Sonra başını vuracaksın taştan taşa ama iş işten geçmiş olacak... (K. Bilbaşar)
  • Başını vermek: Kendini feda etmek: Sadullah Paşa, canı kadar sevdiği Vatanı ve ailesi için başını vermişti. Rahmetullahi Aleyh! (M. Ayaşlı)
  • Başını yakmak: Çok güç bir duruma sokmak: Kadın: "Oğlumun başını yaktı zalımın kızı" diye söyleniyordu. (B. Aksu)
  • Başını yapmak: (Kadın) Başını tarayıp düzeltmek: Gelinin başını yaparlar. Sonra onu ata bindirirler. (H. Z. Ülken)
  • (Birinin) Başını yemek: Ölmesine ya da çaresiz bir duruma düşmesine neden olmak: Nice masum insanların başını yemiş olan bir sinsi canavar... (T. S. Halman). Ne yazık ki kurduğu tuzak vezirin başını yemiş bulunuyordu... (E. Subaşı)
  • Başının altında: Yastığının altında: Bir de baktı ki başının altında bir ustura var. (R. Erkocaaslan)
  • (Birinin) Başının altından çıkmak: Kötü bir iş birinin düzeniyle yapılmak: Bütün fenalık onun başının altından çıkıyor. (F. F. Tülbentçi)
  • Başının çaresine bakmak: Güç bir durumdan kendi çabasıyla kurtulmak; kimseden yardım görmeden kendi işini kendi yapmak: Sen merak etme, bunları da düşünme, ben başımın çaresine bakarım. (A. Gülistan)
  • Başının derdine düşmek: Kendi derdinden başka bir şeyle ilgilenemeyecek kadar sıkıntılı durumda bulunmak: Herkes kendi başının derdine düştü. Oğul, ana ve babaya; ana baba, oğluna; kardeş kardeşe bakamadı. (M. Halife)
  • Başının dikine gitmek: Kendi düşünce ve görüşünün en iyi olduğuna inanarak kimsenin öğüt ve uyarmasını dinlememek: Ben sana ne söylersem söyleyeyim başının dikine gideceksin. Ben de biliyorum artık. İflah olmaz bir kadınsın. Bile bile yanlış olana koşup, yanlışın doğru çıksın diye deliler gibi uğraşıyorsun. (N. Bodur)
  • Başının etini yemek: Dırdır ederek ya da direnerek birinden bir şey isteyip durmak: Evlenmek için babasının başının etini yiyor. (E. Sancaktar)
  • Başının gözünün sadakası: Başa gelecek bir belayı savmak veya önlemek için yapılan bağış veya iyilik: Fazla bulduğu ne varsa, başının gözünün sadakası olsun, alınan dualar da babamın ruhuna değsin diye gizlice dağıtıyordu. (C. Aktaş)
  • Başta (başında) bulunmak: Bir işin yöneticisi olmak: Gayretli bir padişah olmasına rağmen ne yazık ki talihsiz bir dönemde başta bulunuyordu. (Z. Aygül)
  • Başta gelmek: Önde olmak, üstün durumda olmak: Buğday Türklerin zirai üretiminde başta geliyordu. (İ. Sarı)
  • Başta gitmek: En ileri durumda bulunmak: Tahsin, her zamanki gibi başta gidiyordu. Garnizonun korku nedir bilmeyen, en gözü pek askeriydi. (A. Tümen)
  • Başta taşımak: Çok saygı göstermek: 400 sene aynı bayrağı başta taşıdılar. 400 sene Türk bayrağı Kabe'ye çekildi. (İ. Sarı)
  • Baştan aşmak: Pek çok olmak, pek çoğalmak: Şimdiye kadar ettiği, zaten baştan aştı. (S. Yılmaz)
  • Baştan çıkarmak:
    1. Kötü yola sürüklemek, doğru yoldan saptırmak: Şeytan, insanları saptırır, baştan çıkarır, onlara günah işletir. (H. H. Top)
    2. Karşı cinsi bir ilişkiye ikna etmek: Hz.Yusuf'u (a.s.) baştan çıkarmak için elinden geleni yapar. Ama Hz.Yusuf (a.s.) namusunu ve iffetini korur. (M. Pektaş)
  • Baştan çıkmak: Ahlakı bozulmak, doğru yoldan ayrılıp uygunsuz işlere yönelmek: Töbe töbe! Demek o da baştan çıktı, desene! Rahat battı besbelli. (G. Dayıoğlu)
  • Afyonu başına vurmak: Aşırı davranışlarda bulunacak kadar öfkelenmek, ne yaptığını bilememek.
  • Ağrısız başına kaşbastı bağlamak: "Kendine gereksiz yere iş çıkarmak" anlamında kullanılan bir deyim: Durup dururken bu işi niye üstlendin? Ağrısız başına kaşbastı bağlamanın ne manası vardı? (N. Muallimoğlu)
  • Ahfeş'in keçisi gibi başını sallamak: Söylenen sözü anlamadan kafa sallayarak onaylamak: Siz hala sürtmek, dolaşmak sevdasındasınız. Cevap vermedik. Sermet, Ahfeş'in keçisi gibi başını sallamaya hazırlandı. Galiba yine “doğru doğru” diyecekti. Ona meydan vermedim... (Ö. Seyfettin)
  • Aklı başına gelmek:
    1. Uslanmak, akılsızca davranıştan vazgeçmek: Aklı başına geldi. Gerçeği gördü ve doğruya yöneldi. (Haşimoğlu)
    2. Ayılmak, kendine gelmek: Bir müddet sonra aklı başına geldi, dört yana bakındı, Hünkâr'ı göremedi. Derviş ne oldu, nerede diye sordu. (M. Alkan)
  • Aklı başında olmamak: İyi düşünebilir durumda olmamak: Herkes delirdiğini söylüyordu. Benim de gördüğüm aklı başında değildi. O dönemde. (A. Yılmaz)
  • Aklı başından gitmek: Ne yapacağını şaşırmak: Şok olmuştu. Yalnızca dili tutulmamış, aklı da başından gitmişti. (H. Kara, A. Kara)
  • Aklı başka yerde olmak: Başka şeyler düşünmek: Gözleri televizyona bakıyordu ama aklı başka yerdeydi. (H. Algül)
  • Aklına gelen başına gelmek: Olmasından korkulan şey gerçekleşmek: Aynen düşündüğüm gibi oldu işte, aklıma gelen başıma geldi ve Müdür tepeme dikildi. (Ş. G. Karacan)
  • Aklını başına almak (toplamak, devşirmek): Akılsızca davranışlara son vermek: Aklını başına ol oğul, kendine gel.
  • (Bir şey, birinin) Aklını başından almak: Düşünemeyecek bir duruma getirmek: Zühre aklını başından aldı senin, zaten kuş kadar aklın vardı o da uçtu gitti. (M. Gülsoy)
  • Aklını başka yere vermek: Üzerinde konuşulan konudan başka bir şey düşünür olmak.
  • Ali kıran baş kesen: Gücüne güvenerek hükmü altında bulunanlara söz hakkı ve davranış özgürlüğü tanımayan, zorba (kimse): Kendi güçleriyle başları dönecek, 'Ali kıran baş kesen' kesileceklerdir kısa sürede (E. Atasü). "Demek kominislerin fedaisi sensin ha!" "Ali kıran baş kesen misiniz ulan, sokakları tutarsınız, caddeleri kaparsınız." (K. Arslanoğlu)
  • Ateşi başına vurmak: Çok öfkelenmek, sinirlenmek, coşmak: Şehriyar böyle konuşunca ateşi başına vurdu Şahzaman'ın. (Binbir Gece Masalları)
  • Ayağının pabucunu başına giymek: Dengi olmayan değersiz bir kimseyi onurlandırmak ya da layık olmadığı başkaca üstün bir duruma getirmek.
  • Ayaklar baş, başlar ayak olmak: Değersiz kimseler başa geçerken, değerlilerse gerilerde, arka planda kalmak: Ayaklar baş, başlar ayak oldu, liyakat sahipleri cüzzamlı muamelesi gördü, satılık ruhlar baş tacı edildi. (M. Şengöz)
  • Ayrı baş çekmek: Topluluktan ayrılıp kendi başına iş yapmak: Beyler ayrı baş çekti, oturdu. Başlı başına beylik etti. (K. Ener)
  • Baharı başına vurmak: (alay yollu) Gençliğin verdiği coşkuyla gereksiz veya aşırı davranışta bulunmak: Baharı başına vurmuş erkeklerin kur yaparken düştükleri gülünç durumlar ve çocuksu tavırlar çok eğlendirmişti kızları. (İ. Bertan)
  • Bir yakadan baş çıkarmak: Toplu halde dirlik içinde yaşamak: Baş çıkarmışlar idi bir yakadan ser-cümle / Dil-i viranları memlû idi gencine-i cûd (TDK)
  • Bir yastığa baş koymak: Evli bulunmak: Halbuki hayatta bir kadınla yola çıkmak vardı. Kavgası ile, kahkahası ile bir yastığa baş koymak vardı. (T. Akansu)
  • Can baş üstüne: İstenilen şeyin büyük bir memnunlukla yapılacağını anlatır: Sen bu Osmanlı milletinin direği, babamız ve dedemiz cennetmekanların has dostusun. Bizden isteğin her ne olursa, can baş üstüne. (E. Sarı)
  • Can başa düşmek: (Bir kimse) Tehlikeye, kendi başının kaygısına düşmek: ... niyetini anlamıştı. Artık, can kaygısı başa düştü. (N. Tektaş)
  • Can başına sıçramak: Çok korkmak: Padişah "Gel beri topal zorba başı!" diye hitap edince can başına sıçradı: "Haşa padişahım! Vallah billâh padişahımızın rızasından dışarı zerre miktarı çıkmış değilim!" dedi. (R. E. Koçu)
  • Can cana, baş başa: Herkesin, kendi canının, kendi başının kaygısına düştüğü bir tehlike anını anlatır: Niyazi'nin sözü kelamı haktır / Allah'ın kuluna ihsanı çoktur / Acizin acize imdadı yoktur / Can cana baş başa kim kime gönül (M. H. Bayrı)
  • Cinleri başına toplanmak (üşüşmek): Öfkelenmek: Anasına el kaldıracaktı. Tüm cinleri başına toplandı Muhtar Osman'ın, ok gibi fırladı ahırdan. Hışım gibi girdi ana oğulun çekiştikleri odaya. Tekme tokat girişti, oğlunu kapıdan dışarı attı. (K. Bilbaşar)
  • Çıbanın başını koparmak: Rahatsızlık doğurmaya elverişli olan ağır bir sorunun patlak vermesine yol açmak: Artık küllenmiş bu meselenin üstünde durarak, çıbanın başını koparmak istemenin manası ne? (N. Muallimoğlu). Bu hadise hayli zamandan beri hazırlanan ve olmuş olan çıbanın başını koparmaya kâfi geldi. (T. Ünal)
  • Darısı (birinin) başına: Gerçekleşen bir başarı veya bir mutluluğun başkası için de istendiğinde söylenen bir söz: Onlar ermiş muradına, darısı sizlerin başına...
  • Derdi başından aşkın (olmak):
    1. Birçok sorunu bulunan: "Benim derdim başımdan aşkın. Bir de seninle mi uğraşacağım? Get, Allah'ını seversen..." (A. Sayar)
    2. Aşırı derecede meşgul: "Kendi derdim başımdan aşkın. Evde bir sakar karı, dört afacan çocukla baş edemiyorum. Köyün yüz türlü insanıyla nasıl baş edeyim?" (F. Baykurt)
  • Dertsiz başını derde sokmak: Hiç gereği yokken, başına dert açacak bir işe girişmek: "Kerim," dedi. "Sakın şeytana uyup bir şey yapayım demeyesin. Dertsiz başını derde sokarsın sonra." (T. Dursun K.)
  • Deve kuşu gibi başını kuma sokmak (gömmek):
    1. Bir gerçek, bir olay, bir tehlike karşısında yararı olmayan bir yola başvurup kendini kurtardığını / koruduğunu sanmak
    2. Kendini aldatarak başkalarını kandırdığını sanmak: Gerçeklere gözünü kapayıp, deve kuşu gibi başını kuma gömüp, Türkleri bilmem kaç etnik gruptan biri gibi görmeye, Türk adını ortadan kaldırmaya tevessül etmeye ne ad verileceği ehlince bilinir. (O. Cengiz)
  • Dostlar başına: Dostlar da buna benzer sevindirici durumları yaşasın: Osman Efendi'nin mülkiyeli damadı da benzeri dostlar başına nazik ve hatırşinas bir kimse idi. (S. Ayverdi)
  • Dostlar başından (dostlardan) ırak: Dilerim, dostlar böyle kötü durumlara düşmesin: Hiç bir şeyiniz yok! Dost başından ırak! (İ. Tarus)
  • Dünya, başına dar olmak (gelmek): Çok sıkılmak, büyük bir çaresizlik içinde kalmak: Kan gövdeyi götürür ve dünya, kâfirlerin başına dar olur. En sonunda kale fethedilir ve kuleler yere çakılır. (İ. Kayaokay)
  • (Birine) Dünyayı başına dar etmek: Bir kimseyi çok sıkıntılı bir duruma sokmak: — Ey Tariyun! Bil ki kızın Gülendam benim nikahlı karımdır. Tez Gülendam'ı çeyizi ile bana yolla. Eğer "Olmaz, göndermem..." dersen oraya varırım, dünyayı başına dar ederim. Seyyid Battal Gazi (M. F. Gürtunca)
  • Dünyası başına yıkılmak: Büyük bir yıkıma uğrayıp bütün umutlarını ve mutluluğunu yitirmek: Kumarda kaybedince dünyası başına yıkıldı. (M. Uçan)
  • Düşman başına: Bahse konu durumun kötü bir şey olduğunu anlatır: Böyle dost düşman başına. (İ. Sarı)
  • El elde baş başta: Elde bulunan her şeyin tükendiğini anlatan bir söz: Yol param, ev kiram, aileme gönderdiğim para derken, ay sonu cep delik cepken delik, el elde baş başta kalıyorum. (M. Aklanoğlu)
  • Elimi sallasam ellisi, başımı sallasam tellisi: (halk dilinde) Bir işaretim üzerine dilediğim kadar ve dilediğim gibi istekli çıkabilir: Nice yağız delikanlı yolumu bekler, / Elimi sallasam ellisi, başımı sallasam tellisi! (C. Üster)
  • Harı başına vurmak:
    1. Çok kızmak: Muhtemelen harı başına vurup bir an kontrolünü kaybetmiş ve ne yaptığını bilmeden suç işlemiş insanlardı.
    2. Azmak, kendini tutamayacak duruma gelmek.
  • İş başa düşmek: (deyiminin anlamı) Kendi işini kendi görme zorunda kalmak: Babamız amcalarımız harbe gittiler. İş başa düştü... (K. Erzurum)
  • İşin başı: Bir işin en önemli noktası, işin çıkış noktası: Yine durmaz akar gözümün yaşı, derler ki sağlıktır her işin başı (Aşık Sarıgözoğlu). İşin başı iyi niyettir, bütün davranışlar değerini niyetten alır. (Keşkül)
  • İşi başından aşkın olmak: Pek çok işi olmak: Her biri için koşturacak olursam ben de nalları dikerim. Üstelik, gördüğün gibi, işim başımdan aşkın.
  • Kabak (birinin) başına (başında) patlamak: Birçok kimsenin ilgili olduğu bir olaydan, yalnızca bir kimse zarar veya ceza görmek: Bak Mümtaz, Hüsrev Sami ellerini kollarını sallaya sallaya geziyorlar. Kabak senin başına patladı. Bu olur mu? Barış için yalnız sen mi çalıştın? (M. Seyrek)
  • Kan başına sıçramak: Pek sinirlenip öfkelenmek: "Ne münasebet!" Kan başına sıçradı. Kaşlarını çattı. Gözlerini zavallı, şaşkın yörük delikanlısının üstüne dikti: — Baban kim be? (Ö. Seyfettin)
  • Korktuğu başına gelmek: Kaygı duyduğu şey gerçekleşmek: İçeri atılarak duvara baktı, çifte ile silahlık yerinde değildi. Eliyle alnını döverek, "Eyvah!" dedi, "korktuğum başıma geldi..." (M. Rauf)
  • Kuru başına kalmak: Hayatında veya yanında kimsesi kalmamak, kimsesiz, yalnız kalmak: Baban aniden ölüp de kuru başına kalakaldığın o zorlu günlerde bile yıkılmadın, dimdik ayakta durmasını bildin. Kimselere muhtaç olmadın, kimseye minnet etmedin, "Eyvallah!" demedin... (B. Aksun)
  • Öfkesi başına sıçramak (çıkmak, vurmak): Çok öfkelenmek: Koca ninenin öfkesi başına sıçradı: Senden balık isteyen mi var ulan? (R. Mutluay)
  • Öpüp başına koymak:
    1. Bir nimeti veya kutsal sayılan bir varlığı saygıyla el üstünde tutmak, yüksekte tutmak: Siyah bir mushafın içinde Kuranı Kerim vardı elinde. Üzerinde ise altın renkli iplikten Arapça "Allah" yazıyordu. Öpüp başına koydu. "Bunu oturduğunuz odanın duvarına as." dedi anası. (F. Şahin)
    2. Bir şeyi memnunlukla karşılamak, saygı duymak, saygıyla karşılamak: "Rasûlullah ne derse yaparım. Onun emrini yerine getireceğim" diyerek mektubu öpüp başına koydu. (M. Eriş)
  • Pişmiş tavuğun başına gelmemek: Her türlü zarara, kötülüğe, felakete uğramak, çok sıkıntı çekmek: Ancak son yıllarda onun başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Neye elini attıysa kurudu. Tüm aksilikler üst üste geldi. Önümüzdeki hafta da yüklü bir ödemesi var. Onun için biraz canı sıkkın. Bir de rüyası onun canını sıktı... (F. Dön)
  • Saç saça baş başa gelmek (dövüşmek): Kadınlar, birbirlerini kıyasıya hırpalayacak biçimde kapışmak: "Sorma Hocam, karımla baldızım saç saça, baş başa dövüşüyorlar." der. (Y. Ölmez)
  • Saçı başı ağarmak: Yaşlanmak: Adam çok yaşlanmış, saçı başı ağarmış, ölümün alâmetlerini üzerinde taşıyor, ama bir türlü dünyadan kopamıyor. (İ. Sarı)
  • Saçı başı birbirine karışmak: Bakımsız olmak: Gözlerinin çevresi morarmış, yanakları çökmüş, saçı başı birbirine karışmış, sakalları uzamış mutsuz bir çehreyle karşılaşıp irkildi. (F. Erdoğan)
  • Saçını başını yolmak: Çok üzülmek, üzüntüsünden dövünmek: Koydukları tabutun önünde ağlıyor, saçını başını yoluyordu. (Mesnevi'den Seçmeler)
  • Suyu başından kesmek: Bir hâdiseyi patlak verdiği anda bastırmak veya işi kökünden kesip atmak, halletmek: Maksat onları bulup öldürmekti. Suyu başından kesmek, en sağlamıydı (T. Karabulut). Düşünmeye mecbur olduğun insanlar yarın ikiye, öbür gün üçe çıkmış. O zaman ne yapacaksın? Suyu başından kesmeli (O. Kemal). Tahdit etmekle mesele halledilemez; suyu başından kesmeli ve temizlemelidir.
  • Suyun başı:
    1. Suyun çıktığı yer, kaynak: O saatlerde suyun başı su almaya gelen kadınlarla doldurulduğu için bir de sıra beklemek vardı (A. Kurdoğlu)
    2. Bir işin asıl yetkililerinin bulunduğu yer: Suyun başı sensin. Diğer memurlar ırmaklardır. Suyun başı berrak duru olursa, ırmakların bulanık olmasının zararı yoktur. Eğer suyun başı bulanık olursa, ırmakların duru kalmasına imkân yoktur. (İmam-ı Gazali)
    3. (mecazi) En çok yarar sağlanacak yer: Senin deden bir oyunla suyun başına gelmiş, küpünü iyice doldurduktan başka, size de para öğüten değirmeni miras bırakmış. (K. Tahir)
  • Üstü başı dökülmek: Giyecekleri çok eski olmak: Kapıda bekleyen nöbetçiler, üstü başı dökülen birinin içeri girmesine elbette izin vermezdi. (U. Becerikli)
  • Yalın ayak, başı kabak: Çok perişan bir kılıkta: Hatırladığı tek şey kapı önünde yalın ayak başı kabak öylece kala kaldığıydı. (E. Demirel)
  • Yaşı ne başı ne? (Yaşın ne başın ne?): Genç bir kimsenin yaşının ve görgüsünün konuşulan iş için elverişli olmadığını anlatır: Biraz beklesin, onun daha yaşı ne, başı ne. (N. Muallimoğlu)
  • Yaşını başını almak: Yaşı ilerlemiş olmak: Yaşını başını almış, derli toplu giyimli bir hanımdı. (M. K. Sevinç)
  • Yok devenin başı (pabucu / nalı): Çok abartılı bir söz karşısında kullanılan bir söz: İyiden iyiye sinirlenmeye başladı: "Yok, devenin başı! Bu kız daha on yedisinde. Kırk beşlik adama mı varacak?" (B. S. Gökdemir). "Kaç yaşında?" "Otuza ha girdi ha girecek." "Siz?" "Canım benim yaşımı da karıma sorun." "Altmış var mısınız?" "Yok devenin pabucu!" (R. Ilgaz). — İşi maliyet fiyatına yapacaklarmış. — Yok devenin nalı!
  • Yoluna baş koymak: Bir amaca, bir gayeye yönelmek, bütün varlığıyla kendini vermek: Tevbe edip Hakk'ın yoluna baş koydu.


Baş ile ilgili birleşik kelimeler


  • Baş belası: Sürekli sıkıntı, üzüntü veren (kimse ya da şey): Bu adam tam bir baş belasıydı! Onca yıl nerede olduğunu, ne işler çevirdiğini kimse bilmiyordu. (F. Çetinel)
  • Baş döndürücü:
    1. (Çabuklukta) Olağanüstü, aşırı: Gerçekten baş döndürücü hızla gelişen bilim çağında yaşamaktayız.
    2. Baygınlık verici.
  • Baş köşe: Büyüklerin, saygın kişilerin buyur edildiği en iyi yer: Değersiz biri baş köşeye otursa, orası baş köşe olmaktan çıkar. (M. Y. Kandemir)
  • Baş tacı: Çok sevilen, çok yüksek tutulan (kimse ya da şey): Anneler baş tacıdır.
  • Başı bağlı: Evli veya nişanlı: Ben başı bağlı, evli bir adamım.
  • Başı belada: Kurtulması güç, sıkıntılı bir durumda: O kadar para nereye gidiyordu, karanlık adamlarla ne işi vardı? Başı belada mıydı? (M. Aklanoğlu)
  • Başı bütün: Eşi hayatta olan (karı ya da koca): Kınayı kız evinin akrabalarından başı bütün bir kadın karıp, yakar.
  • Başı devletli: Talihli, şanslı: Yüzü mahbûb (sevilen), başı devletli olsun / İşi muhkem (sağlam) özü hürmetli olsun (Mukaddeme)
  • Başı dinç: Kaygısı ve tasası, sorunu olmayan: Başı dinç, vücudu sağ, ruhu da göklerden yüce olsun! (M. N. Lugal)
  • Başı dumanlı: Sevdadan ya da içkiden sarhoş: Başı dumanlı adam lâkırdı dinler mi ? Meram anlar mı ? (A. S. M. Alus). Böyle başı dumanlı iken prensese gitmeyi doğru bulmuyordu (H. N. Atsız). Zaten başı dumanlı olan Remziye, önce aldırmaz göründü ve çatılı verdi. (N. Meriç)
  • Başı kalabalık: Yanında iş ya da konuşmak için birçok kimseler var: Bakkalın başı kalabalıktı. (E. Öz)
  • Başı önünde: Uslu, sıkılgan ve utangaç, çevrede gözü olmayan: Çalışırken, zayıf bir çocuğun başı önünde okula gittiğini görüyordum. (Komisyon)
  • Başı yukarda: Onurlu, kibirli, kendini beğenmiş: Atından indi. Başı yukarıda, sert adımlarla yürüdü. (M. Çevik)
  • Başı yumuşak: Uysal, söz dinler: Develerin en yükseği, en başı yumuşak olanı da Karamaya. (E. Sarı)
  • Başına buyruk: Kimseden izin almaksızın istediği gibi davranan, dilediğini yapan: Yaptığı en büyük hatanın başına buyruk hareket etmekte olduğuna karar vermişti. (Y. Kayaalp)
  • Baştan savma: Üstünkörü, özensiz: O denli baştan savma yerleştirilmişti ki, bazıları kasten böyle yapıldığını düşündü. (K. Berkkan)


Ayrıca bakınız:
Baş ile ilgili atasözleri
Kafa ile ilgili atasözleri ve deyimler
( 12 soru/yorum )

Soru ve Yorumlar: 12


Anonim:
Size gerçeken çookkkk teşekkür ederim,bütün ödevimi yaptım... :) <3
13/3/13 18:42
Anonim:
kingsinizzz :)
13/3/13 18:42
Anonim:
daha çok deyim lütfenn
13/3/13 18:43
Anonim:
Bence yeterlii :D
13/3/13 18:44
Anonim:
başa kakmak.; bir ev aldı er seferinde başım kakıyor...
15/2/15 13:22
Anonim:
sonunda deyimler ödevim bitti ohhhhhhhhh.
26/12/16 20:03
Anonim:
Size çok teşekkür ediyorum bütün ödevimi bitirdim
4/10/21 19:11
Anonim:
çok güzel site tüm deyim ödevlerim bitti hepsinide burdan baktım
24/3/23 10:47
Anonim:
Tşk bütün ödevimi yaptım
12/10/23 18:37
Anonim:
Slm
12/10/23 18:39
Anonim:
Site çok güzel
12/10/23 18:41
Anonim:
Az koymuşsunuz biraz daha koyun
12/10/23 19:03