İç nedir, ne demektir? İç ile ilgili atasözleri, deyimler ve anlamları

Güncellenme: 13 Aralık 2025 Soru/Yorum: 0
  1. Herhangi bir durumun ya da şeyin sınırları arasındaki bir yer, dış karşıtı: Arabanın içindeki adam. İki saat içinde.
  2. Oyuk olan ya da oyuk sayılabilen şeylerin boşluğu: İçi yosun tutmuş havuzdan bir kurbağa sıçradı. (A. Ağaoğlu)
  3. Som cisimlerin yüzeyleri arasında kalan her nokta: Ekmeğin içi küflenmiş.
  4. Aynı türden birçok şeyin oluşturduğu topluluk: Aynı sınıfın içinde tembeli de var çalışkanı da. Bu elmaların içinde çürükler yoğunlukta.
  5. Tenle dış giysiler arası: Bu fanilayı içine giy.
  6. Kabuğu olan ya da dışı kabuk durumunda bulunan yiyeceklerin kabuktan başka bölümü: Fındık içi, dolma içi, ceviz içi vb.
  7. Bağırsak, ciğer, mide gibi bağırlardan her biri: Bunları yiyince içim daha da bulandı.
  8. Akıl, gönül gibi insanın iç varlığını oluşturan şeylerden herhangi biri: Neden boş geçen yıllardan içim ezik? (O. V. Kanık)
  9. Durum anlatan sözcüklerin belirtileni olarak kullanıldığında o kavramı tümüyle anlatan bütün: Özgürlük içinde yaşamak. Sıkıntı içine düşmek.
  10. (Somut kavramlarda) İki ya da ikiden çok şeyde merkeze daha yakın olan: İç kapı. İç kale.
  11. (Soyut kavramlarda) Bir şeyin sınırlarını aşmayan: İç işleri, iç politika, iç sorunlar vb.
  12. (spor) Saldırı hattında santrforla açıklar arasında yer alan oyuncu.

İç ile ilgili deyimler ve anlamları

İçinde "iç" kelimesi geçen deyimler, açıklamaları ve örnek cümleler:
( atasözlerine geç )

  • İç açmak: Gönle ferahlık vermek, gönlü ferahlatmak, gönül açmak: "Gelen haberler iç açar cinsten" diye sürdürdü konuşmasını Abdurrahman. (Y. Bahadıroğlu)
  • İç ağrısı:
    1. Istırap: Yıllar yılı çevresindeki yolsuzluklara "dur" diyememenin, değişip, her olanı hoş görememenin yarattığı iç ağrısı. (Ç. Ülker)
    2. Kin, düşmanlık: Musa, o iç ağrısı toplum, başlarını eğsin diye Kudüs kalesinin kapısını alçak yaptırdı. (Mesnevi)
  • İç bağlamak: Yemiş vb.nin içi oluşmak, iç tutmak: Çağla bademleri sertleşti, iç bağladı. (M. Gökman)
  • İç çekmek: Üzüntüyle derinden soluk almak: Herkes gibi Sadık da iç çekti. Nasıl iç çekmesindi!.. Dağlarda vuruşan oğullarından büyüğü onbeş gün önce şehit düşmüştü. (İ. Işık)
  • İç etmek: (halk dilinde) Eline geçen bir şeyi sahibine bildirmeyerek kendine mal etmek, kendisi için alıkoymak: Zavallının beş yüz altınını iç etmiş. (B. Eren)
  • İç geçirmek: Derin soluk alarak üzüntüsünü belli etmek, içini çekmek: Hatça'yla Zalhan'ın üçüncü çocukları koşup oynuyorlardı. Derin bir iç geçirdi. Bir çocuğu olsaydı bâri. (Y. Tezcan)
  • İç gıcıklamak:
    1. İstek uyandırmak: Bir kadının o sıcak, iç gıcıklayıcı kokusunu almıştı. (M. Şeyda)
    2. Huylandırmak: Sesinde iç gıcıklayıcı, garip bir ifade vardı. (A. Günver)
  • İç güvey (İç güveysi) girmek: Kızın evinde oturmak üzere evlenmek: Ahmet Nazmi ise profesör olmuş, İstanbul'un varlıklı bir ailesine iç güvey girmiştir (C. Gündoğdu). Nazif Bey bu şehrin en itibarlı ailelerinden birine iç güveysi girmişti. (Y. K. Karaosmanoğlu)
  • İç güveysinden hâllice: (deyim) (şaka, insan durumu için) Herkesçe sıkıntılı görülen iç güveysinin durumundan biraz daha iyi bir durumda olmayı anlatır. "Nasılsın" sorusuna "eh işte, fena değil" anlamında verilen karşılıktır: "Peki, iyi misin?" "İç güveysinden hâllice diyelim." Ufak bir kahkaha atı ve başını önüne eğip gülümsemesini durdurdu (B. Demir). "Ne var ne yok, nicesin?" "Hiç Fatma ana, iç güveysinden hâllice işte." (Ö. Özdarıcı)
  • İç içe girmek (geçmek):
    1. Karmakarışık olmak: Görüntüler iç içe girmişti, gözlerim bulanıyordu artık. (B. Günel)
    2. Uygun bir biçimde birbirinin içine girmek: Anlatı, betimleme, konuşma öğeleri iç içe girer, birbirlerini bütünler, öykünün en anlamlı yanıyla yansıtılmasına katkıda bulunurlar. (T. Yücel)
    3. Kaza sonucu araçlar birbirine girmek
    4. Birbirinden ayrılamaz durumda olmak: İç içe girmiş insanlardan oluşur herkes. (Dergâh)
  • İç sıkmak: Bıktırmak: Bu yeraltı sarayında geçirdiği hazin ve iç sıkıcı hayatı anlattı.
  • İç tutmak: Yemişin içi oluşmak: Nasılsın biliyor musun? Na şu iç tutmuş badem gibisin... (N. Cumalı)
  • İçi acımak: Üzülmek, merhamet etmek: İçi acıyor insanın. Bu savaşı çıkaranlar hiç mi düşünmedi kaç Salih anasız, kaç Esma kimsesiz kalacak? (M. A. Bilkay)
  • İçi açılmak: Güzel bir şey karşısında sıkıntısı dağılmak, iç sıkıntısından kurtulmak, ferahlamak: Rutubetli tünelden sonra temiz hava öyle iyi gelmişti ki, içi açılmıştı. (M. Uygun)
  • İçi alaylı, dışı kalaylı: Dış görünüşü iyi ancak içi kötü, bozuk olan.
  • İçi almamak: Sakıncaları olduğundan ya da hoşuna gitmediğinden bir işi yapmakta isteksiz davranmak: Ondan başkasını içi almıyordu; gözü görmüyordu başka bir erkeği (H. Berköz). Kavun istemiş, fakat yiyememiş, içi almadı demek ki. (A. İslamoğulları)
  • İçi bayılmak:
    1. Çok acıkmak: Hadi gidip içerde bir şeyler yiyelim! Benim içim bayıldı, sen acıkmadın mı? (K. Bilbaşar)
    2. Çok şekerli veya yağlı yiyecek ağır gelmek: Kaşıkla kenardaki bulamaçtan alınır, ortadaki yağa dalınır ve bu şekilde yenirdi. İçi bayılan, yanda bir tasta hazırlanan şekerli sudan, arada bir iki kaşık alırdı. (A. Murat)
  • İçi boşalmak: Önemi ve anlamı kalmamak: İçi boşalmıştı kelimelerin, konuşmalar anlamını yitirmişti. Bakışlar her şeyi anlatmaya yetiyordu. (Hece)
  • İçi bulanmak:
    1. Kusacak gibi olmak: Köşedeki hastanın içi bulanıyordu. (F. Baykurt)
    2. Kuşkulanmak: Bu ilk karşılaşmadan içi bulanmıştı. Kaymakam Mevlût Bey de: – Ben bu buluşmayı hiç beğenmedim. İlk fırsatta bunlardan ayrılalım, demişti. (G. Yetkin)
  • İçi burkulmak: Bir şeye çok üzülmek, içi sızlamak: İçi burkulmuştu. Çocuğun o yanık bakışları yüreğini dağlamıştı. (S. Şenbayram)
  • İçi cız etmek: (Bir duruma) Birdenbire çok üzülmek: Gurbet lafını duyunca Hasan'ın içi cız etti.
  • İçi çekmek: (Bir şeye karşı) İstek duymak: Camekandaki pastırmaya dakikalarca baktı. İçi çekmişti fakat almak için parası yoktu. (H. F. Gözler)
  • İçi çıfıt çarşısı:
    1. Çok karışık: Ambalajı mükemmel içi çıfıt çarşısı. (A. Koşan)
    2. Her işte aklından türlü kötülükler geçiren: Utanıyordu adamdan. İçi çıfıt çarşısı olan kendisiymiş meğer. (M. Şeyda)
  • İçi dar: Tez canlı, sabırsız: Benim gibi içi dar olan seyirciler hemen aşağı inip halatları bağlamak, vinçleri işletmek ve işi bir an evvel bitirmek hevesini şiddetle duyuyorlardı. (N. Poroy)
  • İçi daralmak: Sıkılmak, bunalmak: Her halinden belli; içi daralıyor, odalara, sofalara sığamıyor. Derin derin nefes alıyor, ama genişlemiyor içi. (G. Kıral)
  • İçi dayanmamak: Acıklı bir durumu kaldıramamak: Meydana gelen üzücü olaylara da içi dayanmıyor , yüreği götürmüyordu. (H. Alptekin)
  • İçi dışı bir (olmak): Özü sözü bir, açık yürekli, gizli bir düşüncesi olmayan, olduğu gibi görünen: İçi dışı birdi. Bir şeye üzüldüyse, yüzünden belli olurdu (A. Saraç). İçi dışı birdi. Tek bir yüzü vardı. (H. E. Sezer)
  • İçi dışına çıkmak: Midesi bulanıp rahatsız olmak: Ne uykusu be zalim, içimiz dışımıza çıktı. Sallanıp duruyoruz. Gözümü kapasam sanki dünya ters dönüyor. Sana bakacak olsam midem ağzıma geliyor. Odun olduk karşıya baka baka... (M. Adıbeş)
  • İçi elvermemek: Gönlü razı olmamak, kıyamamak, içi götürmemek: İçi elvermemiş onlara yardım etmeden geçmeye. (E. Alemdağ)
  • İçi erimek: Pek üzülmek: İlyas, sur dibinde, karların içinde bir kedi yavrusu gördü. İçi eridi, yüreciği cız etti. (B. T. Salihoğlu)
  • İçi ezilmek:
    1. Acıkır gibi olmak ve bundan dolayı rahatsızlık duymak: "İçim ezildi be Hüseyin, acık ekmeğin kabuğundan veriversen," dedi kocasına. (T. Çayırcı)
    2. Üzülmek, yüreği burkulmak: Onu öyle görünce birdenbire içim ezildi. Ona sarıldım, her tarafı titriyordu. (S. Soysal)
  • İçi ezim ezim ezilmek: Çok üzülmek: Kerem buna çok üzüldü. Öyle çok üzüldü ki içi ezim ezim ezildi. (Anonim)
  • İçi fesat: Her şeyi kötü yönünden ele alan: Hele içi fesat oldu mu kişinin, / Melekler bile korkar onun içinden geçenin. (N. Çarpan - Mevlana ile)
  • İçi geçmek:
    1. İstemeksizin uyuyuvermek: Gecenin yorgunluğu ile oturduğu sandalyede içi geçmişti Hatice'nin. (M. R. Sadıkoğlu)
    2. (halk dilinde) İnsan yaşlanıp veya meyve fazla olgunlaşıp bir işe yaramaz duruma gelmek: Devenin üzerinde bir de içi geçmiş ihtiyar bir kadın vardı.
  • İçi geniş: Tasasız, kaygısız, yüreği geniş: Benim oğlum var. Adabey yok ama, onun gibi içi geniş, duygulu oğlum var. (A. Tunç)
  • İçi gitmek:
    1. İçi sürmek.
    2. Can atmak, çok istemek: Anne olmaya içi gidiyordu.
  • İçi götürmemek:
    1. (Acıklı bir durum karşısında) Dayanamamak: Ona eziyet edilmesini içim götürmedi.
    2. Vicdanı kabul etmemek: Gene de içi götürmedi, sonradan çıkacağına şimdi söylese yeriydi. (M. İlkin)
    3. Birini çekememek.
  • İçi hop etmek: Birdenbire heyecanlanmak: İçeri girip onu görünce içi hop etti. (T. Tankut)
  • İçi ısınmak: Hoşlanmak, sevmek, yakınlık duymak: Bu gence içi ısınmıştı. Bu, beğenmek veya âşık olmak duygularından çok farklıydı. (N. Bezmen)
  • İçi içine geçmek: Huzursuz ve tedirgin olmak: Arka koltukta gizlendiğini babası bilmiyordu. Seslense onu görecekti. Belki çok kızacaktı, bu yüzden içi içine geçiyordu. (Ç. Babacan)
  • İçi içine sığmamak: Coşkunluk göstermekten kendini alamamak, aşırı sevincin heyecanını yaşamak: Fârisi'nin içi içine sığmıyordu, çünkü yıllarca aradığını şimdi kulaklarıyla duyuyordu. (E. Aydın)
  • İçi içini yemek: İstediğini yapamamak yüzünden üzülmek: Sefere katılamadığı için içi içini yiyordu. (A. H. Haksal)
  • İçi kabarmak:
    1. Mide bulantısı duymak: Anason tadı midesini kaldırdı, içi kabardı. (U. Becerikli)
    2. Heyecanlanmak, hareketlenmek: Söz boğazına düğümlendi, içi kabardı, boynu büküldü (Z. Özdemir). İçi kabarmış, gözlerine vurmuştu sevinci. (A. Özen)
    3. Öfkelenmek, kızmak: Ve içi kabardı, öfkelendi Sultan Murat, hırsa kapıldı o da dolu dizgin Çabdar'ı koşturdu...
  • (bir şeyi) İçi kabul etmemek:
    1. (Bir şeyden) Midesi bulanmak, yemek istememek, iğrenmek: Böyle şeyleri içi kabul etmiyor çocuğun.
    2. Mantığına ters düşmek, bir türlü kabul edememek: Aklı almıyordu, aklı alsa içi kabul etmiyordu... (S. Koç)
  • İçi kaldırmamak: İçi dayanmamak, yüreği dayanmamak: Adnan Menderesi astılar. İçim kaldırmadı bu kin ve nefret tablosunu. (F. Kadri)
  • İçi kalkmak:
    1. İğrenme nedeniyle bulantı duymak: "Abi al götür şu çorabı ya. İçim kalktı." (B. Gördebak)
    2. Aşırı biçimde ağlamaklı olmak: Acıdan içi kalkmıştı. Başını iki elinin arasına alarak olduğu yere çöktü. (A. Büke)
    3. Heyecanlanmak: İçi kalkmıştı, çünkü İstanbul'a gitmek istiyordu. (N. Yeğinboğalı)
  • İçi kan ağlamak: Çok üzüntü duymak (ve bunu belli etmemek): Belli etmese de içi kan ağlıyordu. Yine önemli bir hayal kırıklığı yaşamış ve içine atmıştı. (M. Kurtuluş)
  • İçi kanatlanmak: Coşmak: Acar yakından baktı da, içi kanatlanır gibi oldu. "Bunun gücü bende de olsa", dedi aklından... (F. Erdinç)
  • İçi kapanmak: Sıkılmak, bunalmak, sıkıntı duymak: İnsanın içi kapanıyor. Etrafta sinirlenecek ne kadar çok şey var. (O. Atay)
  • İçi kara: Kötü kalpli, sürekli kötülük düşünen: Yüzü gibi, içi de karaydı. Koştu, Sultana gammazladı. (E. Sav)
  • İçi kararmak: Sıkılmak, umutsuzluğa düşmek: Kolay gitmez bir hüzün çöktü üstüne, içi karardı. (M. İlkin)
  • İçi kazınmak: Açlıktan midesinde eziklik duymak: Torbanda bir şey kaldı mı Balkanlı içim kazınıyor? (H. Alptekin)
  • İçi katılmak:
    1. Çok üşümek: Soğuk kışlarda o da benim gibi üşümüş, içi katılmış olmalıydı. (O. Baydar)
    2. Çok üzülüp kaskatı kesilmek: İnsanın yüreği dondu mu, içi katıldı mı ses susar. (O. Baydar)
    3. Arışı derecede gülmek veya ağlamaktan katılacak gibi olmak: Tuhaftır, Menevşe artık ağlamıyordu. "Sonra ağlayacam," diye düşünüyordu belki, belki de içi katılmıştı. (S. Kaymaz)
  • İçi Mahmutpaşa Çarşısı:
    1. Bir yerin karışıklığını anlatmak için kullanılır.
    2. (mecazi) Fitne, fesat olanlara söylenir.
  • İçi paralanmak (parçalanmak): Birinin durumuna acıyarak çok üzülmek: Yüreğine indi kadıncağızın, içi paralandı, kara habere dayanamadı garibim... (Y. Bahadıroğlu)
  • İçi rahat etmek: Kaygı duyulacak bir konu bulunmadığını öğrenerek ferahlamak: Bu gerçeği duyunca içim rahat etmişti (M. C. Uludağ)
  • İçi sıkılmak: Bunalmak, sıkıntı duymak: O gelmeyince içim sıkılıyor, dediğini bilirim. (M. Ayaşlı)
  • İçi sızlamak: Bir şey ya da kişi için çok üzülmek: Amcasının iman etmeden gitmesi halinde uğrayacağı acı sonu düşünüyor ve adeta içi sızlıyordu. (S. Suruç)
  • İçi sürmek: Büyük abdestini sık sık ve sulu olarak yapmak, ishal olmak: Akşamdan beri içim de sürüyor. (Ş. Mağmumi)
  • İçi şişmek: Can sıkıcı şeyleri devamlı dinlemekten bunalmak, yüreği şişmek: Dert dinleye dinleye içim şişti.
  • İçi temiz: Vicdanlı, saf: Merhaba ey, Anadolu'nun içi temiz, yüreği temiz, fırsat düşünce doğruya kanat açabilen, bir sıcak insan sevgisinde yüreğini, varını yoğunu insancalığa adayabilen, güzel insanına, merhaba! (V. Günyol)
  • İçi tez: Aceleci, sabırsız, yavaş yapılan işten hoşlanmayan: Cemile'nin içi tezdi. Yolda hızlı yürür, atıştıra atıştıra gayet acele yemek yer, daima fevkalâde bir vakadan bahsediyormuş gibi harlı, telaşlı konuşur, aklına geleni söyler, aklına koyduğu şeyi çabucak yapmak isterdi. (P. Safa)
  • İçi titremek:
    1. Büyük bir istek duymak, canı istemek, çok özlemek: Her gün, her an görebilirim ümidi, hayaliyle içi titriyordu. (A. H. Eken)
    2. Birinin sağlık durumu vb.yle çok ilgilenmek.
    3. Çok üşümek: Ayaz vardı dışarıda, içi titredi, elleriyle kendini sıvazlayarak kulübesine geri döndü.
    4. Tehlikeli bir durumla karşılaşmak korkusu içinde bulunmak: İçi titredi. Bu fikir hiç hoşuna gitmedi. (A. Avcı)
  • İçi vık vık (pır pır) etmek: Sabırsızca, tedirgin davranmak: İhtiyarın kaç gündür içi vık vık ediyor. Gidip torunları alacak (H. Taner). Gözü yolda, içi pır pır ederek bekliyor. Sevgi'yi bekliyor tabii... (S. Dölek)
  • İçi (karış karış) yağ bağlamak: İstediği gibi bir durum belirdiğinde sevinip ferahlamak: Oooh, içim yağ bağladı, ne güzel bir intikam almıştım!.. (A. Nesin). Oh, oh... o uğursuzun üstüne başkalarını sev. Benim de içim karış karış yağ balasın. (H. R. Gürpınar)
  • İçi yanmak:
    1. Çok susamak: Uşaklardan birini gönder, Yassıpınar'dan soğuk su getirsin, çabuk içimiz yandı. (Y. Z. Bahadınlı)
    2. Aşırı derecede üzülmek: Kendi yakınlarını yitirmişçesine içi yanmıştı. (E. Atasü)
  • İçin için gülmek: Belli etmeden, gizli gizli gülmek: Bu kabil düşünceleri çocukluk sayıyor, için için gülüyordu. (P. Parla)
  • İçin için kaynamak: Aşırı heyecan, gözü peklik ve hareket içindeyken bunu belli etmemek: Çünkü o dönemde memleketin her tarafı için için kaynıyordu. Onlar da "vatanseverlik" adına bir şeyler yapmak ihtiyacı duyuyorlardı. (H. Dayı)
  • İçin için yanmak:
    1. Ateşin yanması sürmek, farkına varılmadan yanmak: Dükkândaki soba sesini kesmiş, için için yanıyordu. (M. N. Özdemir)
    2. (mecazi) Dışa vurmadan çok üzülmek: Türkçeye değer verilmeyişine için için yanıyordu. (B. Noyan)
  • İçinde at koşturmak: Bir alanda çok geniş olduğu için alabildiğine rahat hareket edebilmek: Perapalas salonları gibi kocaman odalar, geniş salonlar. İçinde at koştur. On gazeteciyi değil, bir tabur asker alır. (E. Edip)
  • (bir şeyi) İçinde duymak: Hissetmek, varlığını algılamak: Çaresizliğini ta yüreğinin içinde duyuyordu. (M. Yüksel)
  • İçinde kaybolmak:
    1. Göze çarpmamak: Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu (K. Arıburnu). Vücudu, koskocaman koltuk içinde kaybolmuştu. (M. T. Berkand)
    2. Giysi çok büyük gelmek: Neredeyse içinde kayboldu paltonun.
    3. Beklenen sonuca ulaşamamak.
  • İçinde olmak/olmamak:
    1. Herhangi bir özellik yaradılışında var olmak/olmamak: İçinde kibarlık namına hiçbir şey yoktu.
    2. Hevesli, istekli olmak/olmamak: Okumak yoktu onun içinde.
  • İçinde yüzmek: Olumlu ya da olumsuz bir durumun aşırı derecesinde bulunmak: Para içinde yüzmek, sefalet içinde yüzmek vb.
  • İçinden bir şeyler kopmak: İçi ezilmek: Çekik gözlü, ceylan bakışlı Fadime sık sık geriye baktı. İçinden bir şeyler koptu. Hiç böyle bu yayladan ayrılmamıştı, hiç böyle içi burkulmamıştı. (M. Adıbeş)
  • (bir işin) İçinden çıkmak/çıkamamak: O işin güçlüklerini yenebilmek/yenememek, üstesinden gelmek/gelememek: Düşünüp taşınıyor, işin içinden çıkamıyordu (A. Bozfırat). Kararlı bir hükümet "bu işin" içinden çıkar.
  • İçinden geçirmek: Aklından geçirmek: "Acaba niçin gelmiş" diye içinden geçirdi.
  • İçinden geçmek: Aklından geçmek: Kuşkusuz o anda içinden bir dilek geçiyordu ve bu dilek, mutlaka benimle ilgiliydi. (K. Bilbaşar)
  • İçinden gelmek: Gönlünden doğmak, isteyivermek: Çalışmak onun içinden geliyordu. (B. Y. Aslan)
  • (birine) İçinden gülmek: Biriyle sezdirmeden eğlenmek: Şeytan içinden gülüyordu. Kendi sözlerini nasıl da insanlara söylettiriyordu. (Y. Yenidinç)
  • İçinden kan gitmek: Belli etmediği halde çok kederli olmak, gizli gizli üzüntü çekmek: Yüzünden besbelli ki içinden kan gidiyor. Fakat derdini söylemiyor... (A. Mithat)
  • İçinden konuşmak: Kimsenin duymayacağı kadar yavaş sesle konuşmak: İçinden konuştu bu kez manav Hilmi: Deli edecekler vallaha insanı, deli... (M. İzgü)
  • İçinden okumak:
    1. Ses çıkarmadan okumak: Romanı içinden okuyordu ama bölüm bölüm de annesine anlatıyordu. (M. Çuhacı)
    2. (argo) İçinden sövmek, gizlice küfür etmek.
  • (bir yerin) İçinden olmak: Bir yerin merkezinde yaşamak veya orada doğmuş bulunmak: Hacı Dayı, Isparta ilinin Atabey nahiyesinin İslâmköyü'nün içindendi. Orada doğmuş, orada büyümüş, yaşantısını orada sürdürmekteydi. (C. G. Efeler)
  • İçinden vırlamak: Kendi kendine söylenip durmak.
  • İçinden yanmak: Çok istemek, sabırsızlık göstermek: Yanımızdan bir ayak evvel kaçmak için içinden yanıyor. (H. E. Adıvar)
  • İçine almak: Kapsamak: Su deposu semti; Ergene ilkokulunu da içine alır. (A. Korkut)
  • İçine ateş atmak: Aşırı acı, sıkıntı veya üzüntü verecek davranışta bulunmak: Herhangi bir bey halka kanun vermez, halkı korumaz ve halkın serveti kapanın elinde kalırsa, o halkın içine ateş atmış olur; memleketi bozulur ve hiç şüphesiz, beyliğin temeli yıkılır. (A. Taşgetiren)
  • İçine ateş düşmek:
    1. Büyük bir acı ve üzüntünün etkisi altına girmek: Böyle dedi ama içine ateş düştü mü, düştü. Namus belası bu, evlat acısı bu, bir şeye benzer mi, benzemez. Adamın içini yakar mı, yakar. (B. Başarır)
    2. Gönlünde şiddetli bir arzu uyanmak: Koca buz dağı birden erimeye başladı ve Ömer'in içine bir ateş düştü. Artık Ömer Müslümandır. (Şemsüddin Ahmed Sivasi)
  • İçine atmak:
    1. Bir sıkıntıyı kimseye belli etmemek, sıkıntısını açığa vurmamak: Hâlâ içine atıyordu. Duygularını, içine içine haykırıyordu. (K. Üner)
    2. Kendisine yapılan kötülüğe karşılık vermeyip, bunu unutmayacağını belli etmek.
  • İçine batmak: Pişmanlık duymak.
  • İçine baygınlıklar çökmek: Sıkıntı, fenalık basmak: Her bir yanı eziliyor, içine baygınlıklar çöküyordu Hatice'nin. (E. Toy)
  • İçine çakıl kaçmış: Tedirgin, huzursuz (kimse).
  • İçine çekilmek: Çevresindeki kişilerle ilgi kurmamak, duygularını kimseye açmamak: O, daha mektep sıralarında iken, insanlardan uzak, kendi içine çekilmiş, düşünceli bir çocuktu. (M. T. Uras)
  • İçine çekmek: Soluk almak veya koku, duman, hava vb.yi solukla birlikte akciğerine almak: Limon kokusunu derin bir nefesle içine çekti.
  • İçine dert olmak: Bir şeyi önemseyerek üzülmek: Çocuğun tembelliği kadının içine dert oldu. (N. Muallimoğlu)
  • İçine doğmak: Hiçbir belirtiye dayanmadan, bir işin olacağını ya da olduğunu önceden sezinlemek: O gün karşılaşacakları içine doğmuştu sanki.
  • İçine dokunmak: Dertlendirmek, üzmek: Ne çok içine dokunmuştu onun hali. (M. Başaran)
  • (bir şeyin) İçine etmek: (kaba) Bir şeyi bozup berbat etmek, kötü bir duruma sokmak: Aylardır kurdukları planın içine etmişti.
  • İçine hüzün çökmek: Kederlenmeye, hüzünlenmeye başlamak: Babasının sözlerine ses çıkaramayan Devlet Hatun, odasına kapandığı zaman içine bir hüzün çökmüş, ağlamaklı olmuştu. (F. F. Tülbentçi)
  • İçine işlemek: Çok dokunmak, etkilenmek: Yara, bütün obanın içine işlemiş, sızı bütün kalpleri kaplamıştı. (Y. Z. Demircioğlu)
  • İçine kapanık: Duygularını kimseye açmayan: İçine kapanıktı biraz. Derdini pek belli etmezdi. (C. Bozkurt)
  • İçine kapanmak: Duyularını kimseye açmamak: O kadar içine kapanmıştı ki, ailede onun kimi sevip, kimi sevmediğini bile kimse anlayamıyordu. (Y. Sertel)
  • İçine kurt düşmek: Şüpheye vesveseye kapılmak, bir şeye bakışı olumsuz yönde değişmek: Tüm bu konuşmalardan sonra, içime 'kurt' düştü ve babamın hareketlerini izlemeye koyuldum. (A. Ünlü)
  • İçine oturmak: Çok etkilenmek, çok üzülmek: Kardeşinin sözleri içine oturmuştu. Bakışları donuklaştı, yüzü düştü. (Mesen)
  • İçine öyle gelmek (doğmak): Hiçbir belirti olmadığı halde sanıvermek: İçime öyle geliyor ki iyi bir haber alacağız.
  • İçine sinmek:
    1. İstediği olduğu için rahatlık duymak: "Olsun senin içine sindi ise sıkıntı yok" dedim. (B. Aksu)
    2. İçi rahat etmek: Bu davet içine sinmişti. Kabul etti ve o gece ilk defa zikir gecesine katıldı. (E. Ünen)
  • İçine sinmemek: İçi rahat etmemek: Onu öylece yolun ortasında bırakıp gitmek içine sinmiyordu.
  • (birini) İçine sokacağı gelmek: (Birinden) Çok hoşlanmak, birini aşırı sevmek: Çocuktaki sevimliliğe baksanıza, insanın canının içine sokacağı geliyor. (O. Sarıgöz)
  • İçine su serpilmek: Ferahlamak: İyi olduğunu kendi ağzından duyunca içine su serpildi. (M. İlkin)
  • İçine tükürmek: Bir şeyi bozup berbat etmek: Yüz paralık güven duygumun içine tükürmüştü kerata. (M. Şeyda)
  • İçini açmak:
    1. (Birine) Derdini dökmek: Birine içini açmayı nasıl da istiyordu! (C. Aktaş)
    2. Ferahlık vermek: Yüzündeki tatlı gülümseme çocukların içini açmıştı. (N. N. Varlı)
  • İçini bayıltmak (kıymak):
    1. (Tatlı) Ağır gelip artık yiyememek: Bal çok hassalı bir nimettir. Ekmeksiz yenilirse adamın içini bayıltır derler ama. Bir daha daldı. (R. C. Ulunay)
    2. Çok konuşarak ya da ağır davranarak birini usandırmak.
  • İçini boşaltmak:
    1. Sıkıntı ve derdini söylemek: Yalnız kaldıklarında içini boşaltmıştı karısına. (F. Celal)
    2. Öfkesini açığa vurmak: Gelinine içini hayli boşaltmıştı ama, daha doluydu. (O. Kemal)
    3. Banka, şirket vb.ni yasal görüntü verip soymak.
  • İçini çekmek: Derin bir nefes çekerek üzüntüsünü belirtmek: Sustu, içini çekti, geçmişin bütün acısını kalbinde şimdi hissetmiş gibi konuştu... (C. Dağcı)
  • İçini çürütmek: Ruhunu karartmak, bezdirmek, yıldırmak: İnkâr, yeni neslin içini çürüttü. İmanın zayıfladığı alanlarda gelecek kaygısı, ölüm korkusu büyüdü. (İ. Şenocak)
  • İçini dondurmak: Şaşırtmak, ürpertmek: Bu cümle, Zeynep'in içini dondurdu. (U. Tekin)
  • İçini dökmek: Birine derdini anlatmak: Adamcağız içini döktü, başına gelenleri bir bir anlattı. (N. Muallimoğlu)
  • İçini ezmek: Üzüntüsünü, sıkıntısını duymak: Haksızlık ettiği duygusu içini eziyordu. Suçluluk duygusu çok ağırdı. (O. Akçizmeci)
  • İçini gıdıklamak: İstek uyandırmak: Klarnetin sesi insanın içini gıdıklıyor adeta. (İ. Topaloğlu)
  • İçini ısıtmak: Hoş, güzel bir şey hoşluk duygusu yaratmak, coşku vermek: Yaydığı huzur içini ısıtmış, endişelerini unutturmuştu. (A. Bayram)
  • İçini kanatmak: Acı vermek, kederlendirmek: Ama geçen hafta okuduğu o buruşuk kağıt içini kanatmıştı.
  • İçini karartmak: Bunalıma veya sıkıntıya sokmak, endişeye düşürmek: Evdeki ağır sessizlik, içini karartmıştı. (F. İ. Akıncı)
  • İçini kemirmek: Bir üzüntüden rahatsızlık duymak, kaygılanmak: Ama kaygılar, kuşkular içini kemiriyordu. (M. Miyasoğlu)
  • İçini kurt yemek (kemirmek): Sürekli bir kaygı içinde bulunmak: Sarayına dönmüştü ama, içini kurt yiyordu. Padişahın ağzından çıkan söz çok müthişti! "Alın şunu" demekle sakın kellesini kastetmesindi? (S. Sözen)
  • İçini parçalamak (parça parça etmek): Çok üzülmek, aşırı derecede sıkılıp harap olmak: Onun öldürülmesi hepimizin içini parçalıyor... (A. Gezici)
  • (birinin) İçini okumak: Birinin gizli, saklı düşüncelerini anlamak: Canfeda, Safiye'nin içini okuyordu. Yüzünün hareketlerinden nedametini derhal anlamıştı. (F. F. Tülbentçi)
  • (birinin) İçini sarmak: Sürekli düşünmek, hep onunla meşgul olmak: Ayetleri okudukça, üzerinde düşündükçe şehadet ümidi içini sarmıştı. (S. Duman)
  • İçini yakmak: Çok üzülmek: Duyduğu her söz, içini yaktı. (T. Akansu)
  • İçinin ateşi küllenmek: Sıkıntıdan kurtulmak: Zaman geçtikçe, ateşi söndü, küllendi. (M. Belge)
  • İçinin yağı erimek: Telaş ve kaygıyla üzülmek: Çocuk gülümseyince içinin yağı eriyerek; "Ben kızımı nasıl bırakır da İstanbullara giderim." diye mırıldandı. (A. Çimen)
  • İçler acısı: Çok acıklı: O kölelerin hali içler acısıydı! (H. F. Beşik)
  • İçli dışlı olmak: Karşılıklı olarak candan ve içten davranmak, teklifsiz görüşmek: Konuşurdu köylüyle kentliyle. İçli dışlıydı Türk insanıyla... (T. Özbay)
  • İçli dışlı tanımak: Yakından, bütün özellikleriyle bilmek: Bu adam, neler biliyordu! Hele mektep hocaları hakkında, her birini kaç kat elbiseleri olduğuna varıncaya kadar içli dışlı tanıyordu. (R. N. Güntekin)
  • İçten (İçten gelme): Yapmacık olmadığı, ikiyüzlülük taşımadığı belli olan, samimi: Beslenir kimi zaman da sevgilerle / Çok içten bir selâmla ve içten bir gülümsemeyle... (E. Cansever)
  • İçten içe: Gizli gizli, belli etmeden, gizlice: Bahçe içten içe yürür gider, yol alır da sana der ki: Sen de içten içe yol al, yol al da canına can gelsin. (Divan-ı Kebir)
  • İçten pazarlıklı: Öfkesini, kinini kimseye sezdirmeyen, iyi görünüp kötülük yapan: "Bakmayın onun böyle saf gibi durduğuna. Ne sinsi, ne içten pazarlıklıdır o," dedi. (S. Ünlüönen)
  • Acısı içine (yüreğine) çökmek (işlemek):
    1. Bir şeyin acısını çokça duymak: Gurbet acısı yine içine çöktü (İ. Aslanoğlu). Uğradığı felâket acısı yüreğine işledi. Vatanın düşman istilâsına düşmesine dayanamadı. Esirlik gururuna dokundu. Hastalandı. (M. Z. Konrapa)
    2. Bir şey olmadan, olacağı düşünülerek çok üzülmek: Âdeta sonra yaşayacağı bu ayrılık acısı içine çökmüştü.
  • Acısını bağrına (içine) basmak (gömmek): Sızlanmadan, yakınmadan üzüntü ve acılara katlanmak: Reis, şehit olan yoldaşlarının acısını bağrına basarak, gemilerinin yönünü güneye çevirdi (T. Güler). Metanetli kadındı, o da acısını içine gömdü. (A. F. Soylu)
  • Aciz içinde olmak: Gücü yetmemek, becerememek: Ve bu gün tıp, bu hastanın karşısında tam bir aciz içindeydi... (Ö. Seyfettin)
  • Adam içine çıkamamak: Utanç ve suçluluk duygusuyla insanların bulunduğu yerlere gidememek: Mehmetlerin Veli o olaydan sonra adam içine çıkamaz olmuştu. (H. F. Gözler)
  • Adam içine çıkmak: Topluluğa karışmak, insanların bulunduğu yerlere gitmek, eşe dosta gitmek: "Adam içine çıkmak için adam gibi giyinmek gerek" dediydi (Varlık yıllığı). Sen var git! Bizde adam içine çıkacak yüz mü kaldı? (K. Tahir)
  • Adam içine karışmak: Bir topluluğa girmek, kendisine değer verilir olmak: Mal mülk sahibi olurduk be. Adam içine karışırdık (T. Apaydın). Ömer bile gitti de adam içine karıştı. Nasıl değişmiş baksana?
  • Ağzının içi yangın yerine dönmek: Ağzının tadı bozulmak, tat alma duyusunu yitirmek: Çölde günlerce susuz kalmış gibi dudakları çatlamıştı. Ağzının içi, yangın yerine dönmüştü. (Y. Bahadıroğlu)
  • (birinin) Ağzının içine bakmak:
    1. Ne söyleyeceğini beklemek: Kaya'nın sorusu ile odadaki herkes Mert'in ağzının içine bakıyordu. (B. Çivicioğlu)
    2. Onun sözüne göre davranmak: Mahir adeta Tuğrul'un ağzının içine bakıyordu. Gitmeyelim dese oracıkta kıvrılıp uyuyuverecekti. (E. B. Merdivan)
  • (birinin) Ağzının içine girmek:
    1. Çok yanaşmak, iyice sokulmak: Kırk yıllık ahbap gibi adamın ağzının içine giriyordu. (R. N. Güntekin)
    2. Hayranlıkla, büyük bir zevkle seyredip dinlemek.
  • Ateşler içinde yanmak:
    1. (Hasta) Ateşi çok yüksek olmak: Bir ara gözlerini açtı ateşler içinde yanıyordu, ter içerisinde kalmıştı. (H. Ülker)
    2. (mecazi) Bir şeye fazlasıyla tutulmak: Bir yürek yangınını ateşler içinde yanan başka bir yürekten daha iyi kimse anlayamazdı. (M. Yazar)
  • (bir yeri) Avucunun içi gibi bilmek: Çok iyi ve ayrıntılarıyla bilmek: Buraları avucumun içi gibi bilirim. (S. Kocagöz)
  • (birini) Avucunun içinde tutmak: Birine istediğini yaptıracak bir durumda olmak: Beni avucunun içinde tutuyordu ve bir zamanlar ona ait olduğum andan öldüğü güne kadar her hareketimi, her düşüncemi yönlendirdi. (Ö. Eroğlu)
  • Avucunun içine almak: Bir kimseyi istediği gibi yönlendirecek biçimde baskı ve etki altına almak: Kadın, kocasını avucunun içine almış, her istediğini yaptırıyor.
  • Avuç içi kadar: Pek küçük (yer): Mutfak, avuç içi kadar küçüktü. (N. Sönmez)
  • Boğaz içinde kavga var: Açlığını aşırı bir biçimde gidermeye çalışanlar için söylenen bir söz.
  • Canımın içi!: "Canım kadar çok sevdiğim anlamında" şefkat ya da sevgi seslenişi: "Ye canımın içi, sonra acıkırsın" dedi. (Y. Bahadıroğlu). Neden cevap yazmıyorsun canımın içi? (S. Küçük)
  • Canının içine sokacağı gelmek: Aşırı ölçüde hoşlanmak: Ne zaman önüne dikilip bir şey söylese, onu "alıp canının içine sokası geliyordu." (T. Yücel)
  • (birinin) Ciğerinin içini bilmek: Çok yakından tanımak, her türlü düşüncesini bilmek: Öyle ya, yıllardır tanırdı Selâmi'yi, ciğerinin içini bilirdi. (T. Yücel)
  • Dışı kalaylı, içi alaylı (İçi alaylı, dışı kalaylı): Dış yüzü iyi ve çekici olmakla birlikte aslında kötü ve işe yaramaz şeyi anlatır: Numaracılığın, kışkırtmacılığın cılkını çıkarmadım, dışı kalaylı içi alaylı aracımı açık oto pazarında fötr şapkalı bir kadayıfçıya ateş pahasına sattım.
  • Emir komuta zinciri içinde olmak: Herhangi bir işlem en alt rütbe veya makamdan en üst rütbe veya makama doğru gerçekleşmek: Herkes yine her şeyi emir komuta zinciri içinde, kendilerine verilen talimat gereği yapmıştır. (A. Bayram)
  • Evlat acısı gibi içine çökmek (koymak): Yitirdiği bir şeye çok üzülmek: Karagöz Paşanın ölümü evlat acısı gibi yüreğine çökmüştü (Y. Bahadıroğlu). Masraflar evlat acısı gibi koydu.
  • Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde: Genellikle bir masal veya hikayeye başlarken "çok zaman önce" anlamında kullanılan bir tekerleme: Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde çok uzak diyarlarda, etrafı masmavi denizlerle çevrili, ışıl ışıl bir ülke varmış. (E. Özsoy)
  • Görüş birliği içinde olmak: Aynı görüş ve düşünceye sahip bulunmak: Birçok noktada ortak görüş birliği içindeydiler.
  • Gözlerinin içi gülmek: Çok sevindiği gözlerinden belli olmak: Farklı bir gülümsemeydi bu. Konuşurken gözlerinin içi gülüyordu. (F. Özdemir)
  • Gözlerinin içine kadar kızarmak: Utancından yüzü çok kızarmak: Yavuklun falan var mı? diye sordu. Sefer, gözlerinin içine kadar kızardı, yine başını kaldırmadı. (T. Uyar)
  • Gözünün içine baka baka: Cesaret, pişkinlik ve soğukkanlılıkla: Dünya'nın gözünün içine baka baka yalanlarını delil gösterip bu zulmü işlemeye devam ediyorlar. (A. Türkan)
  • (birinin) Gözünün içine bakmak:
    1. Bir kimsenin üstüne titremek: Çocuğu doğduğundan beri bir yığın sağlık sorunu atlatmıştı. O yüzden ona bir şey olmasın diye resmen gözünün içine bakıyordu. (E. Ezmeci)
    2. Buyruğunu yerine getirmeye hazır bulunmak: Nereye giderse o da oraya gidiyor, kendisinden bir şey istesin diye gözünün içine bakıyordu. (E. F. Beledli)
    3. Bir arzusunun yapılması için gözleriyle birine yalvarır durum almak: ... bir hisse de bana düşsün dercesine Ali Bey'in gözünün içine bakıyordu. (M. Yılmaz)
  • Hayretler içinde kalmak: Şaşakalmak, şaşalamak: "Sizin kahve İSPİRTO OCAĞINDA pişiriliyor. İspirto alkol olduğu için haramdır..." Hayretler içinde donup kalmıştım bizim kurmay yüzbaşının bu sözlerine... (F. Altay)
  • İnsan içine çıkmak: Topluluğa karışmak, topluluk içine girmek, eşe dosta gitmek, başkalarıyla dostluk kurmak: Çalışmaya başladığında günlerce insan içine çıkmak istemezmiş. (C. Aktaş)
  • İnsan içine çıkamaz olmak: Mahcup olmak, çok utanmak: Laflar, yüzü olanı insan içine çıkamaz hale getirecek denli büyüktü, ağırdı. (S. Taşçı)
  • İnsan içine karışmak: Topluluk içine girmek: Artık ben de insan içine karışmak istiyorum. İstanbul sokaklarında yürümek, kalabalık yerlerde gezmek istiyorum. (B. Avunç)
  • İşin içinde iş var: (Bir işin) İç yüzü başka, herkesin bilmediği bir şey var: "İşin içinde iş var. Bu kadar parayı, bu kadar altını, yılkı yılkı atları, sürü sürü tosunları, koyunları nereden buldu? Kim verdi ona?" (Y. Kemal). Oğlanın Taştepe'den kaçıp kasabaya gelmesi boşuna değilmiş desene. İşin içinde iş varmış. (K. Bilbaşar)
  • İşin içinden çıkmak (sıyrılmak):
    1. Karışık bir işten bir zarara uğramadan kendini kurtarmak: Nihayet babam bir kurnazlıkla işin içinden çıktı (F. R. Atay). Yağdan kıl çeker gibi işin içinden sıyrıldı, bütün kabak da benim başıma patladı.
    2. Karışık ve çetin bir sorunu çözmek: Kafa kafaya verip düşündüler. Müdür, işin içinden çıktı, "Bu olsa olsa şöyle olur," dedi... (A. Nesin).
  • İşin içinden çıkamamak: Başaramamak, sorunu çözememek: Müfettiş, bunun mantıklı olmayacağını düşündü. Bir türlü işin içinden çıkamıyordu. (B. S. Gökdemir)
  • İşin içyüzü: Konunun gerçek yönü: (Hızır) şöyle dedi: "İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin işlerin içyüzünü haber vereceğim." (Kehf suresinden)
  • Kaleyi içinden (içten) fethetmek:
    1. Savaşı, davayı veya elde edilmek istenen bir şeyi, karşı tarafın adamlarından birini yanına çekerek onun yardımıyla kazanmak: O zaman tek çare kaleyi içten fethetmektir. İçerde yaşayan azınlıkları kullanıp, onların haklarını bahane edip, ülkenin birlik ve bütünlüğünü bozmak... (D. Saral). Kaleyi içinden fethetmek dışından zorlamaktan daha kolaydı.
    2. İçine girmek istediği ailenin bir ferdinin sevgisini ve güvenini kazanarak söz konusu aile tarafından kabul edilme imkanı elde etmek: ... arkadaşı olan dayısından isteyemiyor, kaleyi içinden fethetmek için, Zinnur'a durmadan aşk mektupları yazıyordu (H. N. Zorlutuna). Ailesinin içine girmiş ve beni gerçekten çok sevdiklerine inanmıştım. Kaleyi içten fethetmiştim! (S. Çiprut)
  • Kan revan içinde: Her yanı kana bulanmış: Herkes perişan, herkes kan revan içinde, ama herkes gururluydu. (İ. Bertan)
  • Kan ter içinde kalmak: Pek çok terli, yorgun ve bitkin bir durumda olmak: Uğraştık, çabaladık, kan ter içinde kaldık ama, nihayet ayağımız düze bastı...
  • Kanı içine akmak: Derdini dışa vuramamak: Ne isyan, ne hiddet, ne de hatta gözyaşı.. Kanı içine akıyordu... (H. N. Zorlutuna)
  • Kanını içine akıtmak: Sıkıntısını, acı ve üzüntüsünü kimseye belli etmemek: Aydının yaralı olması, şanındandır. Ama aynı zaman o, yaralarını başkasına bulaştırmak yerine, kanını içine akıtacak, dışarıya ise "kızılcık şerbeti içtim" diye gülümseyecektir. (İ. Sarı)
  • Nur içinde yatsın: Sevgiyle anılan ölüler için söylenen bir söz: Dizlerimi kırıp ilk secdeye o beni kapattı. Allaaahhh, nur içinde yatsın. Allaaahh baban da nur içinde yatsın. (B. Yıldız)
  • Su içinde: En aşağı (bir fiyat olmak üzere): Bu ev su içinde iki milyon eder.
  • Su içinde kalmak: Çok terlemek: Alnında boynunda boncuk boncuk terler toplanmış, saçları su içinde kalmıştı. (A. Çimen)
  • Varlık içinde yaşamak: Zenginlik içinde sıkıntısız bir yaşantısı olmak: Baba evinde varlık içinde yaşamıştı ama, ilkokul öğretmeninin kısıtlı imkanlarıyla yetinebilmeyi de başarmıştı. (M. Ofluoğlu)
  • Yara bere içinde olmak: Vücudunda çokça yara, ezik, sıyrık, çürük bulunmak: Elbiseleri yırtılmış, vücudu yara bere içindeydi. (M. Büyükşahin)
  • Yaşını içine akıtmak: Duyduğu acıyı sezdirmemek: Gözlerinin yaşını içine akıta akıta yüreğini dağlamıştı. (Y. Bahadıroğlu)
  • Yer yarılıp içine girmek:
    1. Yitirilip bir türlü bulunamamak: Yer yarılıp içine girdi sanki. Ne kendi göründü ortalıkta; ne de nereye gittiğini bilen biri vardı...
    2. Utancından yerin dibine geçmek: Sözleriyle sanki yer yarıldı da içine girmiştim.

İç ile ilgili atasözleri ve anlamları

İçinde "iç" sözcüğü geçen atasözleri ve açıklamaları:
( * yaygın bilinen )

  • İç acısını taban acısı çıkartır: İnsanın yaşadığı içsel sıkıntıların, fiziksel olarak hareket etmekle, dolaşmakla, yürümekle ya da bedensel meşguliyetle hafifleyebileceğini ifade eder.
  • İç güveysi iç ağrısı*: Evdekiler, iç güveysini ağırlamaktan, gücendirmemeye çalışmaktan, ona konuk gibi davrandıklarından kendileri rahatsız duruma düşerler.
  • İçi beni yakar, dışı eli yakar: Dış görünüşüyle başkalarının hoşuna giden bir şeyin ya da kimsenin kötü yönlerini ancak ben bilirim.
  • İçi dışına uymayan kabak, öküzlere yalak: Düşündükleriyle yaptıkları farklı olanlara toplumda sevgi ve güven duyulmaz.
  • İçi dışına uymayan karpuz eşek ağzı sulandırır: Yüzeysel olarak iyi görünen ama aslında değersiz olan şeylerin, bunları ayırt edemeyen kişiler tarafından cazip bulunduğunu vurgular.
  • Adamın alacası içinde, hayvanın alacası dışında: İnsanlar bir bakışta tanınamazlar. Huyları, kişilikleri ilk anda anlaşılamaz.
  • Ağacın kurdu içinde olur*: Bir toplumu asıl, içinden kemiren sinsi güçler yıkar.
  • Ağaç ağaç içinde büyür: Bir gencin yetişip olgunlaşması, çevresinde yetişmiş, olgunlaşmış kişiler bulunmasıyla, onların koruyup eğitmesiyle gerçekleşir.
  • Ak koyunu gören içi dolu yağ sanır* (Ak koyun gördün de içi yağ mı dolu sandın?): Görünüşe aldanıp karar vermemek gerekir.
  • Aktarla konuşan gül yağı, kasapla konuşan iç yağı kokar: İnsanın kimlerle vakit geçirdiğine bağlı olarak onlardan etkileneceğini ifade eder. İyi ve güzel insanlarla ilişki kuranlar olumlu etkiler alırken, kötü ve uygunsuz kişilerle birlikte olanlar da onların olumsuz özelliklerini benimserler.
  • Al külahını, eyvallahı dahi içindedir: İnsan, sabrını ve dayanıklılığını zorlayan durumlarla karşılaştığında, artık daha fazla tahammül edemeyip her şeyden vazgeçebilir ve tüm bağlarını koparabilir.
  • Ala keçiyi gören içi dolu yağ sanır*: Bir şeyin dış görünüşüne bakarak içinin de öyle olduğunu sananlar yanılırlar.
  • Arap atı kıl çul içinde de olsa belli olur: Değerli ve soylu kimselerin, zor koşullar içinde bulunsalar bile üstün niteliklerini her zaman göstereceklerini ifade eder. Gerçek yetenek ve asalet, dış görünüşle gizlenemez.
  • Arkadaşı dıştan değil içten seç: Dostlukta dış görünüşe değil karaktere ve ahlaka bakılması gerektiğini ifade eder. Gerçek dost, süsüyle değil içtenliğiyle ve güvenilirliğiyle belli olur.
  • Babasından mal kalan, merteği içinden bitmiş sanır*: Malı kendi emeğiyle değil de miras yoluyla elde eden kişi, onun ne büyük çabalar harcanarak kazanılmış olduğunu değerlendiremez (mertek: Yapıda kullanılan dört köşe veya yuvarlak, kalınca ağaç).
  • Baş kırılır fes (börk) içinde, kol kırılır yen (kürk) içinde*: Aile içindeki, dostlar, arkadaşlar arasındaki uyuşmazlıklar yabancılara duyurulmamalıdır.
  • Baş yarılır börk içinde, kol kırılır kürk içinde: Bir aile içindeki kişilerin kusurları, anlaşmazlıkları, kavgaları sır olarak aile içinde kalmalı, dışarıya duyurulmamalı, sızdırılmamalıdır.
  • Bizim çarık sizin çorba içinde, sizin tavuk bizim torba içinde: İşlerin karıştığını ve kimin neye sahip olduğunun belirsiz hale geldiğini ifade eder. Düzenin bozulduğu, hak ve mülkiyetin karıştığı durumları anlatmak için kullanılır.
  • Çektirmeyi gördüm, imrendim, içine girdim iğrendim: Bazı şeyler insana uzaktan hoş görünebilir, ama işin içine girince göründüğü gibi olmadığı ortaya çıkar.
  • Çil tavuğu gören içi dolu yumurta sanır: Bir olayın her zaman ayrı sonuçlara yol açacağını düşünmek yanlıştır.
  • Çul içinde aslan yatar*: Bir kişinin dış görünüşünden veya ilk izlenimden daha fazla değere sahip olabileceğini ifade eder. Birinin aslında göründüğünden daha güçlü, yetenekli veya etkileyici olabileceğini vurgular.
  • Dam yandı içindeki sıçan da (fare de) yandı*: Bu büyük bir kayıp ama varlığının yol açtığı rahatsızlıklar da sona erdi.
  • Dışı eli yakar, içi beni yakar*: "Dıştan görünüşü, herkesi imrendirecek kadar güzel ama içyüzü elverişsiz, kötü" anlamında söylenen bir atasözü.
  • Dinsizin içinde din artmaz, müflisin içinde mal artmaz: Dini inancı olmayan bir kişinin içsel olarak manevi değerleri gelişmez, aynı şekilde iflas etmiş ve mali açıdan zor durumda olan bir kişinin de kolayca mal varlığı artmaz.
  • Dişi kuş yapar yuvayı, içini dışını sıvayı sıvayı: Bir ailede evin düzenini ve yaşayış biçimini büyük ölçüde kadın sağlar.
  • Dost, düşman içinde belli olur: Gerçek dost insanın kötü günlerinde, zor anlarında kendini belli eder.
  • Dost düşman, kara gün içinde belli olur: Bir kimse, içinde bulunduğu sıkıntılı durumda çevresindeki insanların nasıl insanlar olduğunu daha sağlıklı değerlendirebilir.
  • Ete bakma, dona bakma, içindeki cana bak (Ata bakma dona bak, içindeki cana bak): Bir insanı değerlendirirken dış görünüşüne, giyimine veya maddi durumuna değil, asıl olarak karakterine, kişiliğine ve iç dünyasına bakmak gerektiğini ifade eder.
  • Evin içi dururken dışına haramdır: İnsan yardımda bulunurken ihtiyacından fazlasını vermesi gerektiğini anlatır. Örneğin insanın evde yere serecek halısı yoksa camiye halı alıp bağışlaması düşünülemez.
  • Evvela mescidin içi, sonra dışı: Kişi, önce kendi ihtiyaçlarını giderir, sonra başkalarına yardımcı olur.
  • Güçlük içinde bir kolaylık vardır: Her zorluğun içinde bir çıkış yolu veya kolaylaştırıcı bir unsurun bulunduğunu ifade eder. İnsan, sabır ve azimle hareket ederse, en çetin durumlarda bile bir rahatlama ve çözüm yolu bulabilir: Her zorlukla beraber elbette bir kolaylık vardır. Gerçekten de her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. (İnşirah Suresinden)
  • Gülme ile ağlama bir çıkın içinde: Mutluluk ve üzüntü gibi duyguların hayatın kaçınılmaz parçaları olduğunu ifade eder. Her iki duygu da insanların yaşamında birbirini takip eden ve iç içe geçmiş deneyimlerdir (çıkın: Bir beze sarılarak düğümlenmiş küçük bohça, çıkı).
  • Hanenin şenliği, içindeki sesten bilinir: Bir evin huzurlu ve mutlu olup olmadığının içinden gelen neşeli seslerle anlaşıldığını ifade eder. Mutluluk ve huzur olan bir yerde canlılık ve hareketlilik eksik olmaz.
  • Hayvanın alı (alacası) dışında, insanın alı (alacası) içinde*: Hayvanların dış görünüşlerinden ne olduklarının anlaşılabileceğini, ancak insanların iç dünyalarının ve gerçek karakterlerinin dışarıdan bakarak anlaşılamayacağını ifade eder. İnsanların asıl nitelikleri ve niyetleri içlerinde saklıdır ve dış görünüşlerine bakarak değerlendirilemezler.
  • Her evin tenceresi kapalı kaynar, bilmezsin içinde ne kaynar: Kişilerin özel hayatlarında yaşadıklarını başkaları bilmez.
  • Herkesin içi ile dışı/yüzü bir olmaz: Bir insanın dıştan görünüşüne bakıp, onu nasıl bir karaktere sahip olduğunu bilemeyiz.
  • Herkesin kazanı kaynar, içindeki et midir, dert midir kimse bilmez: Kişilerin özel hayatlarında yaşadıklarını başkaları bilmez.
  • Hilekardan yumurta alan içinde sarısını bulamaz: Güvenilmez kişilerin sunduğu şeylerin genellikle kalitesiz olduğunu ifade eder. Güvenilir olmayan kişilerden elde edilen şeyler, beklentileri karşılamayabilir.
  • İnsanla kitabın dışına aldanma, içine bak: Hem bir kitabın hem de bir insanın gerçek değerinin dış görünüşlerine bakarak anlaşılamayacağını ifade eder. Kitabın faydalı olup olmadığını anlamak için içeriğine bakmak gerektiği gibi, bir insanın iyi mi kötü mü olduğunu anlamak için de karakterine ve davranışlarına bakmak gerekir.
  • Kafa büyük içi boş, tut kulağından çifte koş*: Bilgi ve yetenek eksikliğinin, kişinin işlevselliğini ve değerini düşürdüğünü anlatır.
  • Kale içinden alınır / fetholunur: Bir işi sağlam biçimde ele geçirmek için içeriden destek veya uygun zemin gerektiğini ifade eder. İnsan, bir yapıyı ya da topluluğu dışarıdan zorlayarak değil, içerideki uyum ve işbirliğiyle kazanabileceğini bilir.
  • Karışma devletin işine, düşme zenginin içine, boynunu kır, bak kendi işine: Kişi üzerine vazife olmayan işlere kalkışmamalı, kendinden çok zengin kişilerle arkadaşlık etmemeli, durumuna razı olup kendi işiyle uğraşmalıdır.
  • Kasımpaşalı deyince hepsi içindedir: İnsanlar arasında ayrım yapmamak gerektiğini vurgulamak için kullanılan bir atasözü (?).
  • Kazanda kaynayanı içindeki kaşık bilir: Bir olayın veya durumun tüm ayrıntılarını en iyi, o olayın içinde bulunanların bileceğini ifade eder. Dışarıdan bakanlar, işin iç yüzünü tam olarak anlayamazlar.
  • Kim elin kuyusunu kazarsa kendi düşer içine: Başkalarına zarar vermeye kalkışan kişi çoğu zaman bundan kendisi zararlı çıkar.
  • Kişi âlâsı içten, yılkı âlâsı dıştan: İnsanların değerliliği dış görünüşle değil, içindeki karakter, ahlak ve iyilikle anlaşılır. Hayvanların iyiliği ise genelde dış görünüşüne ve beden yapısına bakılarak değerlendirilir.
  • Küheylan at, çul içinde de bellidir*: Cevherli insan, kılık kıyafeti düzgün olmasa da değerini yitirmez.
  • Mart içeri, pire dışarı*: Mart gelince pireler canlanır, yuvalarından çıkar.
  • Minare de doğru, ama içi eğri* (Doğruluk minarede kalmış, onun da içi eğri): (Minarenin içten dönerek yukarı çıkan merdivenine atıfla) Dışarıdan bakıldığında dürüst ve doğru görünen bazı kişilerin, iç yüzlerinin tamamen farklı ve yanlış olabileceğini ifade eder.
  • Ocak içinden tutuşur: Bir yuvayı veya topluluğu asıl yıkan ya da etkileyen, içten gelen anlaşmazlık ve çatışmalardır.
  • Sarımsak içli dışlı, soğan yalnız başlı*: Birbirleriyle iyi anlaşabilen kimseler birbirine her derdini anlatır ve yardımlaşırlar ama, bazı insanlar kimseyle dostluk kuramaz, sorunlarını da tek başına halletmek zorunda kalırlar.
  • Soğan yememişsen için niye kaynıyor?: Kimse suç işlemediği halde suçluymuş gibi şüpheli davranışlarda bulunmaz.
  • Üstü bezek, içi tezek: Dış görünüşü gösterişli olsa bile içi değersiz veya kötü olan kimseleri anlatır. İnsanların süsüne değil, gerçek karakterine bakmak gerektiğini vurgular.
  • Varlık içinde darlık: Varlığa sahip olduğu halde cimrilik eden insanların tutumunu eleştirir. Kişinin zenginliğine rağmen cömert olmaması durumunda yaşadığı kısıtlılığı ve mutluluğu kaybetmesini ifade eder.
  • Zarfa bakma/değil içindekine bak: Bir şeyin gerçek değeri diş görünüşünde değil iç görünüşünde saklıdır.
  • Zulmet içinde nur doğar: Her türlü karanlığın ardından pırıl pırıl bir aydınlık doğar.