Göz ile ilgili deyimler ve anlamları
İçinde "göz" kelimesi geçen deyimler, açıklamaları ve örnek cümleler:
Göz göze gelmek |
- Göz açamamak: Yoğun ve sıkı işleri yüzünden başka bir işle ilgilenmeye vakit ve fırsat bulamamak: Bense, işkembe ayıklamaktan, su taşımaktan, bulaşık yıkamaktan göz açamıyordum. (O. Kemal)
- Göz açıp kapayıncaya kadar: (deyiminin anlamı) Pek kısa bir zamanda: Bu zat, bir tahtı iki aylık bir mesafeden göz açıp kapayıncaya kadar Hz. Süleyman'ın önüne yani Kudüs'e getirir. (E. Aydın)
- Göz açtırmamak: (Başka bir iş yapmasına) Vakit ve fırsat vermemek: Hırsızları yakalıyor, kötü niyetli kişilere göz açtırmıyordu. (M. Karaburç)
- Göz alabildiğine: Gözün görebileceği en uzak yerlere kadar: Göz alabildiğine uzanan deryalarda cirit atıyorduk. Ufuk çizgisinin büyüklüğü uçsuz bucaksız bir deniz çarşafını seriyordu gözlerimizin önüne. (M. Karaburç)
- Göz almak: Göz kamaştırmak: Vitrinleri göz alıyordu. Mücevhercilere ait olanlar ise göz kamaştırıcı idi. (A. Tümen)
- Göz ardı etmek Gereken önemi vermemek: Neden var olduğunu göz ardı ediyordu.
- Göz atmak: Kısaca bakıvermek: Üstteki çekmeceleri açarak içlerine bir göz attı. Yemek masasına şöyle bir attı ancak herhalde pek ilginç bulmadığından incelemedi.
- Göz aydına gitmek: Sevinçli durumdaki bir kimseye "gözün aydın olsun" demeye, kutlamaya gitmek: Göz aydına, hatır sormaya gelen hanımlar, her iki loğusaya da (yeni doğum yapmış bayana da) "Maşallah" diyerek çıkıyorlardı. (H. R. Gürpınar)
- Göz boyamak: Nitelikçe kötü bir şeyi, iyi gibi göstermek, böylece karşısındakini aldatmak; bir şey, olduğundan farklı görünmek: Satıcının çürük malları göz boyayarak satması anlaşılır gibi değil. Göz göre göre çürük mal satışı yapması beni çok üzdü. (İlgili cümle kaynağı: H. İ. Çoraklı)
- Göz (nazar) değmek: Uğursuzluğuna, kötülüğü dokunacağına inanılan birinin kıskançlık ya da hayranlıkla bakması sonucu kötü bir duruma düşmek: "Göz değdi garibe," dedi, "düpedüz nazar bu! Kem göz, başka ne olacak?" (S. Demiray)
- Göz dikmek: Bir şeyi ele geçirmek isteğine kapılmak: Rus babamın, babalarımızın topraklarına göz dikmişti. Topraklarımız uğruna öldü babam. (Ö. Polat)
- Göz doldurmak: Görünüşüyle umulduğundan çok etkilemek: Odanın tam orta yerinde kocaman bir İran halısı, etrafını çevreleyen yeşil kadife frapeli yaldızlı koltuklar, pencerenin kenarlarında püsküllü kordonlarla birbirine bağlanmış kadife perdeler ve hemen pencerenin yanı başında tüm endamıyla duran ceviz büfe daha odaya girer girmez göz dolduruyordu. (M. Küçüksarp)
- Göz doyurmak: (Bir şey) Görünüşüyle etkili olmak, seyredenlere zevk vermek: Yaylaların göz doyuran yeşilliği, buz gibi pınarlar, kayalardan kayalara sekerek akan tertemiz dereler, derelerin genişleyip suların durgunlaştığı yerlerde geniş gölgeleriyle mahzun söğütler insanı buralarda durup dinlenmeye kışkırtıyordu. (R. Fiş)
- Göz etmek: Başkalarından gizlediği isteklerini birine göz kırparak ya da gözlerini oynatarak anlatmak: İstanbulluluğu tutar onun, sormadı bile nerde abin falan, ablama kolonya tut diye göz etti, şeker tut diye şekerliğe göz kırptı, kibar kibar konuşmaya devam etti Hayri Abi'yle. (S. Kaymaz)
- Göz gezdirmek:
- Yazılmış bir şeyi kendini vermeden okumak: Ardından kağıt parçasının katlı yanını açarak içeriğine şöyle bir göz gezdirdi. Bir mektuptu bu. Kime yazılmıştı acaba? Merak etti ve okumaya başladı. (T. Altıntaş)
- Birçok şeye dikkatsiz bakıp geçmek: ... yayılan hayvanların arasına girerek şöyle bir göz gezdirdi. Sürüde bir tedirginlik, bir korku olduğu belliydi. (Kutlu Ant)
- Göz göre göre:
- Herkesin gözü önünde, apaçık, utanmadan, çekinmeden: Ayıp değil mi, bizi göz göre göre kazıklıyorsunuz! (İ. Uşar)
- Olacağı bilindiği halde önlem alınmadan: Göz göre göre tehlikeye girilmez, fakat mecbur kalınca da geri çekilmek olmaz. (M. Paksu)
- Göz göze gelmek: Bakışları karşılaşmak: Göz göze geldik ve sustuk, sadece bakıştık / Bakışmalarımızın yerini güzel bir muhabbete bıraktık (C. Gülel)
- Göz gözü görmemek: Sis, duman, toz gibi engellerden ortalık görülememek: Göz gözü görmüyordu o bulutun içindeyken. (A. Mollaoğlu)
- Göz hapsine almak: Bakışlarını üzerinden ayırmamak, hiçbir davranışını gözden kaçırmamak: ... belli etmeden evini göz hapsine alıp kendisini adım adım takip ettim. (H. Erdem)
- Göz kamaştırmak:
- (Kuvvetli ışık ya da parlaklık) Kısa bir zaman için görüşü bulandırmak: Doğuya doğru her şey güneşin önünde göz kamaştırıyordu. Bugünkü güneş bütün güzellikleri ortaya çıkarmak için doğmuştu sanki. (M. Niyazi)
- Hayran etmek, görenleri hayran bırakmak: Biraz daha dikkat kesilince ipek elbiseler içerisinde sarı, kırmızı renklerini, yeşile çalan hafif çekik gözlerini fark etti, güzelliği göz kamaştırıyordu. (R. Ateş)
- Göz kaş süzmek: Dikkatle ve hissettirmeden bakışlarla kontrol altında tutmak: Birbirlerine işaretler yaparak, göz kaş süzerek Emine'ye uzun uzun bakıyorlar, fiskos gülüşüyorlardı. (R. H. Karay)
- Göz kesilmek: Bütün dikkatiyle bakmak: Uluç Ali hemen göz kesildi. Bakışları ufukları yokluyordu. (Halikarnas Balıkçısı)
- Göz kırpmadan: Acımadan, merhamet etmeden, hiç çekinmeden, duraksamadan: Dün, taassup ve kabilecilik için göz kırpmadan kan döken, çocuğunu rızık endişesiyle öldüren, utanç verici gördüğü için kızlarını diri diri toprağa gömen bir toplumdan hassas kalplere sahip insanlar neşet etmiştir. (Tevhid Dergisi)
- Göz kırpmak: Birine amacını işaretle anlatmak için bir gözünü bir an için kapayıp açmak: Gözlüğünün üzerinden ona baktı. Teşekkür ederim, der gibi göz kırptı. (A. E. Kavaklı)
- Göz koymak: Bir şeyi ele geçirme isteği gütmek: Yusuf'un yüzü güzel, boyu posu yerince idi. Putayfar'ın karısı Yusuf'a göz koymuştu, onu pek seviyordu. (Ş. Hamza)
- Göz kulak olmak: Bir şeyin korunmasında dikkatli olmak: Annesinin yokluğunda başına bir şey gelirse diye ona göz kulak oluyordu. (M. Şekur)
- Göz kuyruğuyla bakmak: → Göz ucuyla bakmak.
- Göz nuru dökmek: İnce, değerli bir şey oluşturmak için göz emeği harcamak: Dantelleri için göz nuru dökülen yastık, şimdi kadının göz yaşlarıyla ıslanıyordu. (R. Enis)
- Göz okşamak: Göze hoş görünmek: Hoş bir tabloydu... Romantik, göz okşayan bir sahneyi sergiliyordu. Bir yaz akşamı, günbatımının renkleri belli ki yeni solmuş... (N. Yeğinboğalı)
- Göz önüne getirmek: Tasarımlamak, hesaplamak.
- Göz süzmek: Göz kapaklarını birbirine yaklaştırarak, baygın baygın bakmak: Yiğitler at oynattı, yarıştı. Genç kızlar, göz süzdü, oyuna durdu. Görülmedik bir eğlence oldu. (H. Köseoğlu)
- Göz ucuyla bakmak (süzmek): Başını çevirmeden, gözlerini yana çevirerek bakmak: Bir ara yaşlıca bir adam oturdu. Göz ucuyla baktı adama, hissettirmeden. (İlgili cümle kaynağı: G. Süngü)
- Göz yıldırmak: Güç yitirecek etki yapmak, moral bozmak: ... kanunun o maddesi herkesin gözünü yıldırıyor. (Meclis-i Mebusan)
- Göz yummak: Görmezlikten gelmek: Çoğu kavgaları sineye çekiyor, yaralanan, parçalanan onurunun yok edilmesine göz yumuyordu. (A. Ö. Çağlar)
- Göz yummamak:
- Görmezlikten gelmemek: Diğerlerinde olmayan vicdana ve merhamete sahipti. Haksızlığa göz yummuyordu. (N. Sönmez)
- Hiç uyumamak: Bütün gece göz yummadı hanım. Sabaha kadar bekledik durduk. (S. Hızarcı)
- Gözden çıkarmak: Yokluğuna katlanmak, elden gitmesine razı olmak: Dönmesem yeriydi. İstanbul beni gözden çıkarmıştı. (A. Özyalçıner)
- Gözden düşmek: Daha önce kendisine değer vermiş kimselerin sevgi ve güvenini yitirmek: Mustafa Ağa azledilmiş ve gözden düşmüştü. (E. Subaşı)
- Gözden geçirmek: Bir şeyin ne olduğunu, nasıl olduğunu anlamak için her yanına bakmak, incelemek, muayene etmek, denetlemek: Sonra bir eli öbür odaya açılan kapının topuzunda tekrar döndü ve bir daha odayı gözden geçirdi. "Meğer ne kadar yanılıyormuşum?" diye düşündü. (A. Adıgüzel)
- Gözden ırak tutmak: Görmek istememek: Yıllarca süren mücadelesini hepsi gözden ırak tuttu. (S. İleri)
- Gözden kaçmak: (İncelenmiş veya gözlemlenmiş olmasına rağmen) Görülmemiş, farkına varılmamış olmak: Kaleyi baştan aşağı taramışlardı daha önce, fakat gözden kaçan bir not ya da önemsiz sayılabilecek bir iz bulma umuduyla her yeri tekrar gözden geçirmek istiyordu. (K. Kara)
- Gözden kaybolmak: Ortadan çekilmek ya da görülmez olmak: Adam gülümsüyordu. Bir bulut gibi gözden kayboldu ve bir daha görülmedi.
- Gözden nihan olmak: Gözden kaybolmak: ... sonra geri geri çekilip gözden nihan oldu. (N. F. Kısakürek). Allaha ısmarladık der demez gözden nihan oldu. Nereye gitti, kim bilir. (A. Mithat)
- Gözden sürmeyi çalmak: Çalamayacağı hiçbir şey bulunmayacak denli becerikli hırsız olmak, kimseye sezdirmeyerek, çok becerikli biçimde hırsızlık yapmak: ... bu huylarının yanında gözden sürmeyi, yumurtanın içinden sarıyı çalacak kadar maharetli hırsızdırlar. (E. Subaşı)
- Gözden uzaklaşmak: Ayrılıp başka yere gitmek, görülmez olmak: Aniden havalanıp gözden uzaklaştı dev kuş. (C. Özçelik)
- Göze almak: Gelebilecek her türlü zararı ve tehlikeyi önceden kabul etmek: Günde birkaç defa şehitliği göze alarak Müslüman kalan, mücadelesine devam eden, şiddetli manevi bir zelzele ve fırtınada ayakta kalabilen yapılar gibidirler Sahabeler. (M. Sarıcık)
- Göze batmak:
- Aşırı derecede görünür olmak: Burnunun kıyısında küçük bir et beni göze batıyordu. (U. Becerikli)
- Bakanları tedirgin edecek gibi aykırı, uygunsuz ya da yakışıksız görünmek: Onun bu rahat tavırları garipsenecek kadar göze batıyordu. (E. Algan)
- Çekememezliğe yol açmak: Babamın ticari başarısı göze batıyordu. (F. Kınalı)
- Göze çarpmak: Başka şeyler arasında kolayca görülebilmek: Bıyıklarında beyazlar göze çarpıyordu. (M. Adıbeş)
- Göze diken olmak: Başkalarını rahatsız eden bir insan durumuna gelmek: Başkalarına muhtaç, sığıntı, göze diken olan yaşlı bir kadın olarak yaşamak, düşüncesi bile böyle ağırken, ne zordu kim bilir? (C. Aktaş)
- Göze gelmek: Kendisine göz değmek, nazar değmek: Demek istediğim, başka illetler var üstümüzde. Nazara geldik, göze geldik galiba... (F. Kadri)
- Göze girmek: İlgi, sevgi, güven ve önem kazanmak, beğenilmek: Şimdiki sultanın dedesi Murat'ın yanında gösterdiği hizmetle göze girmişti... (R. Fiş)
- Göze görünmek:
- Görünür duruma gelmek, var olduğu belli olmak.
- Var olmadığı halde varmış gibi görünmek.
- Göze görünmemek:
- Ortaya çıkmamak, ortalıkta dolaşmamak, ortada görünmemek.
- Kendisi var olduğu halde göz onu görememek, önemi olmamak.
- Göze göz, dişe diş: Misilleme, aynıyla acısını çıkarma, kısasa kısas: Onda onların üzerine şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, dişe diş, yaralamalar birbirine kısastır. Kimde bu hakkını sadakasına sayarsa o, ona kefaret olur. (Maide Suresinden)
- Gözle yemek (gözüyle yemek, gözleriyle yemek):
- Bir şeye pek istekle ve dik dik bakmak.
- Göz değdirmek, uğursuzluk getiren bakışlarla bir kimsenin kötü duruma düşmesine neden olmak: El oğlu adamı gözüyle yer.
- Gözleri bayılmak: Uyku, arzu gibi herhangi bir hal gözlerine vurmak, gözlerinden belli olmak: Dinlerken kızıl alevli gök gözleri öyle bayılıyordu ki... (N. Hikmet)
- Gözleri çakmak çakmak olmak: Ateşli hastalıktan ya da öfkeden gözleri kızarmış ve parlamış olmak: "Gözleri çakmak çakmak. Mutlaka ateşi var." (Y. K. Karaosmanoğlu). İçinde fırtınalar estiği belliydi. Gözleri çakmak çakmak yanıyordu. (Y. Bahadıroğlu)
- Gözleri çukura gitmek (kaçmak): Her hangi bir hastalık yüzünden gözleri çökmüş gibi görünmek: Avurtları çöküktü. Bir hasta gibi gözleri çukura gitmişti. (R. Enis)
- Gözleri dolmak (dolu dolu olmak): Ağlayacak kadar duygulanmak: Ailesi aklına gelince gözleri dolmuştu (M. Mollaosmanoğlu). Sesi titreyerek kırılmış ve gözleri dolu dolu olmuştu. (E. Karasu)
- Gözleri dönmek:
- Can çekişirken gözlerinin karası kapak altına kaçmak.
- Öfkesinden ne yaptığını bilmemek: ... zaptetmenin imkanı var mı? Gözleri döndü adamın! (A. F. Gürses)
- Gözleri evinden oynamak (fırlamak): Gözlerini gereğinden çok açıp öfkesi ve telaşı gözlerinden belli olmak: — Dur! dedi. Gözleri evinden oynamıştı. Öfkesine karşın sevimliydi. (R. Enis)
- Gözleri fal taşı gibi açılmak: Hayretten gözleri fırlamak: Üstünde yeşil parıltılar belirmeye başlamıştı. Hepimizin gözleri fal taşı gibi açılmış, büyülenmiş gibi tablete bakıyorduk. (Ö. Dut)
- Gözleri fıldır fıldır (olmak): Kurnazca ve çapkınca bakmak: Ama çok meraklı bir adamdı, gözleri fıldır fıldır, etrafta akan her şeyi süzüyordu sanki her şeyi kaçırmadan izliyor gibiydi. (U. Yeni)
- Gözleri ışıldamak: Sevinçten gözleri parlamak, mutluluğu gözlerinden okunmak: ... annesine doğru koşarken, heyecanla gözleri ışıldıyordu. (M. Aklanoğlu)
- Gözleri kan çanağına dönmek: Uykusuzluk, ağlama, çok içki içme gibi nedenlerle gözleri çok kızarmak: Bitkindi. Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. (Ö. Tüm)
- Gözleri kapanmak:
- Ölmek: Nihayet şiir tamam oldu. Gözleri kapandı, büyük ruhu Hakk'a kavuştu... (Mehmed Akif'in Hikayesi - F. Gün)
- Çok uykusu gelmek: ... namazını kıldı. Yorgundular; hepsinin gözleri kapanıyordu. (M. Niyazi)
- Gözleri kararmak:
- Gözleri baş dönmesinden, açlıktan, aşırı yorgunluktan iyi göremez olmak: Adam o kadar acıktı ki gözleri karardı ve neredeyse açlıktan bayılacaktı. (Kaşgarlı Mahmud)
- Bayılacak gibi olmak: Zehra'nın gözleri karardı, olduğu yere yığıldı. (U. Becerikli)
- Gözleri kıvılcım saçmak: Çok öfkelenmek, gözleri çakmak çakmak olmak: ... çok kızmıştı, kahverengi gözleri kıvılcım saçıyordu. (Ü. Yüceler)
- Gözleri parlamak: Gözünde sevinç ve istek belirtileri görülmek: Muhlis Efendi'nin gözleri parladı ve yeniden neşeli bir sesle devam etti... (H. E. Adıvar)
- Gözleri sulanmak: Gözlerine yaş gelmek: Yaşar geldi aklına. Gözleri sulandı yeniden, damlalar bir türlü çözülüp akamadı. (U. Becerikli)
- Gözleri süzülmek: Göz kapakları hafif kapanmaya başlamak: Âmine ağacın gölgesine çöktü, gözleri süzüldü, olduğu yere yığılıverdi. (A. E. Kavaklı)
- Gözleri velfecri okumak: Gözlerinden kurnaz, şeytanca bir zeka belli olmak: Azametli favorileriyle İngilizler, beyaz etekli ve süslü ayakkabılarıyla birkaç Yunan askeri, yeşilli kırmızılı saten gömleğiyle sofranın başına çöreklenmiş şişman Ermeni ve avanesi, her yeri kendilerinin sanarak bağıra çağıra yemeklerini yiyen bizim Fransızlar, gözleri velfecri okuyan Napolili tüccarlar, aynı kamarayı paylaştığımız tekinsiz Sicilyalılar ve uzakta ağırbaşlı bir ifadeyle yemeklerini yiyen Türkler... (M. Gülsoy)
- Gözleri yaşarmak: Duygulanmak: Yüzü buruştu, gözleri yaşardı, sesi hıçkırıklı, fakat gözleri gözlerimde. (H. E. Adıvar)
- Gözleri yollarda kalmak: Sevilen bir kimseyi ya da geciken bir haberi, mektubu özlemle beklemek: Gözleri yollarda kalan Ümâme'nin duasını kabul eden Allah, babasını sağ salim evine döndürdü. Babasını karşısında görünce sevinç çığlıkları atarak boynuna sarılan Ümâme'nin korku ve endişeleri dağılıp gitmişti. (A. Kara)
- Gözleri yuvalarından fırlamak: Korku, öfke ve telaşı gözlerinden belli olmak: ... işte o zaman, inkâr edenlerin gözleri yuvalarından fırlayacak: "Eyvahlar bize, biz bundan tam bir gaflet içindeydik, hayır, bizler zalim kimselerdik" (diyecekler). (Enbiya Suresi 97. ayetten)
- Gözlerinde şimşek çakmak: Birden çok kızmak, ansızın pek öfkelenmek: O zaman büyük adamın gözlerinde şimşek çaktı. Ve şu emri verdi: "Bu yara asla tamir edilmeyecek ve alınacak bir öcün nişanesi olarak saklanacaktır." (H. Yücebaş)
- Gözlerinden okumak: Düşüncelerini bakışlarından sezmek: Gözlerinden okudu heyecanını, aşkını, şevkini, hayalinin büyüklüğünü. (E. Bildek)
- Gözlerinden perde kalkmak: Gerçekleri görmek: Yunus'un gönlü açıldı, gözlerinden perde kalktı, şevk denizine düştü. Ağzını açıp inci ve cevahir saçtı. İlâhî hakikatlerin sırlarından, inceliklerinden öyle sohbet eyledi ki, işitenler hayran kaldılar. (S. Yalsızuçanlar)
- Gözlerine inanamamak: Hiç umulmayan, hatıra hiç gelmeyen bir şeyin görülmesi karşısında şaşırmak: ... etrafı kolaçan ederek çantaya gitti. Usulca açtı. Gözlerine inanamadı. Çanta gerçekten para doluydu. (A. Tunç)
- Gözlerine uyku girmemek (gözü, gözleri uyku tutmamak): Hiç uyuyamamak: ... her boş günün ardından gözlerine uyku girmiyor, ayağına geçirdiği yakut işlemeli terliklerle salonun içerisinde çaresizce dolaşıyordu. (V. Çıracıoğlu)
- Gözlerini açmak: Uyanmak: Gözlerini açtı ve ürkerek saate baktı. 08:40... (R. Altınok)
- Gözlerini belertmek: Gözlerini iyice açıp dik dik bakmak: Nuh Bey, ayıplamış gibi gözlerini belertti: "Nerden," diye sorulmaz! Hiçbir şey sorulmaz! Nerdense nerden... (K. Tahir). Adam işaretparmağını salladı, gözlerini belertti, aile haysiyeti her şeyden önemlidir, dedi, şimdi dediğimi anlamıyorsunuz ama göreceksiniz. (S. Ergün)
- (Birine) Gözlerini devirmek: Öfkeyle bakmak: İri yapısıyla ona tepeden bakarken, kaşlarını çatarak gözlerini devirdi. "Nedenmiş o?" (M. Aklanoğlu)
- Gözlerini dikmek: Dikkatle bakmak: Karanlığın içine gözlerini dikti. Sağındaki, solundaki mevzileri görebiliyordu. (O. Komurcu)
- Gözlerini (gözünü) kaçırmak: Biriyle göz göze gelmemek için gözlerini başka tarafa çevirivermek: Bakışları karşılaşınca, suç işlemiş bir çocuk gibi gözlerini kaçırıyordu. (R. Tekin)
- Gözlerini kapamamak: Uyumamak: Genç adam arka üstü yattı, fakat gözlerini kapamadı... (Peyami Safa)
- Gözlerinin içi gülmek: Çok sevindiği gözlerinden belli olmak: Farklı bir gülümsemeydi bu. Konuşurken gözlerinin içi gülüyordu. (F. Özdemir)
- Gözlerinin içine kadar kızarmak: Utancından yüzü çok kızarmak: Yavuklun falan var mı? diye sordu. Sefer, gözlerinin içine kadar kızardı, yine başını kaldırmadı. (T. Uyar)
- Gözü açık gitmek: Dilediğine eremeden, istediğini yapamadan ölmek: ... buluşamadılar. Olmadı kardeşim, olmadı. Gözü açık gitti adamın. (A. Soysal)
- Gözü açılmak: İyiyi kötüyü ya da işine gelenle gelmeyeni ayırt eder duruma gelmek: Küçük şehirden büyük şehre yeni gelin sıfatıyla geldiğinde safları oynuyordu, sonradan gözü açılmıştı... (M. Savaş)
- Gözü akmak: Yaralanma ya da hastalık nedeniyle kör olmak: Atılan bombadan sıçrayan şarapnel parçası ile bir gözü akmış. (C. Çelik)
- Gözü almamak: Beğenmemek, görünüşü kendisine güven vermemek, (kendine) güvenememek: Altı uçurum sayılırdı. Gözü almadı aşağı doğru boşluğa kendini bırakmayı. Yaşam ağır basıyordu. (A. Sayar)
- Gözü arkada (ardında) kalmak: Arkada bırakılan bir şeye merak ya da ilgiyle bağlı kalmak: Miraç ile gökler ötesi alemlere, cennete vardığında bile gözü arkada kaldı, yine "ümmetim" dedi. (R. F. Güzel)
- Gözü büyükte olmak: Büyük emeller beslemek, gözü yüksekte olmak: Şahende hanımın ise gözü büyükte olduğundan, servetçe hiç değilse kendi ayarlarında bir gelin peşinde koşmuş, öylesi Saim'i beğenmemiş, iş uzamıştı. (R. H. Karay)
- Gözü çıkasıca: İlenme olarak söylenen bir söz: "Kazandığın içtiğine yetmiyor gözü çıkasıca!" diye bağırmıştı kadın. (S. Kaymaz)
- Gözü dalmak: Gözünü bir noktaya dikip dalgın bakmak: Bir mesai çıkışında, trafik ışıklarında beklerken uzaklara gözü daldı; arkadaki aracın korna sesiyle kendine geldi. (Ü. Cömert)
- Gözü doymak: Çok istenen bir şeyi çokça elde ettikten sonra artık daha çoğunu istememek: Hesapsız sığırı ve devleti vardı. Yalancı dünyada gözü doymuştu. Ancak kara günlerde onu koruyacak, ocağını devam ettirecek, tahtına varis olacak bir çocuğu yoktu. (E. Sarı)
- Gözü dönesi: "Geberesi" anlamında, bazen şaka yollu da söylenen bir ilenme sözü: Yolunda, aşıkane niyazlarla Elife sesleniyor, o da mutfaktan: — Patlama... Gözü dönesi... Diye cevap veriyordu.
- Gözü dönmek: Azgın bir isteğin ya da öfkenin etkisi altında ne yaptığını bilmez bir duruma gelmek: Katliamı yapanların öyle gözü dönmüş ki o sıralar önlerine hangi canlı gelirse gelsin öldürür hale gelmişlerdi. (R. Yıldırım)
- Gözü dumanlanmak: Öfkeden gözü hiçbir şey görmez duruma gelmek: Gözü dumanlanmış, artık ne söylesen kulağı işitmez; pekâlâ, senin gibi benim de canım sıkıldı, lakin ben bunda göz dumanlanacak bir şey görmüyorum.
- (Birini veya bir şeyi) Gözü gibi sakınmak: Ona veya o şeye aşırı ilgi ve özen göstermek, önemle bakıp korumak: İnsanları gözü gibi sakınır, hiçbirinden güler yüzünü ve tatlı dilini esirgemez, onların üstüne titrerdi (sav). (A. Şensoy)
- (Bir şeyi) Gözü gibi sevmek: Pek çok sevmek: İki kardeşine adeta anne babalık yapar, onları gözü gibi sever ve korur, bir dediklerini iki etmezdi. (N. Aras)
- (Bir şeye) Gözü gitmek: Bir şeyi elinde olmayarak, rastgele görmek: Duvarda ta'lik yazı ile yazılmış levhaya gözü gitti. (R. C. Ulunay)
- Gözü gönlü açılmak: Neşelenmek, ferahlamak: Kendisini rahatlamış hissediyordu. Gözü gönlü açılmıştı (O. Çelik)
- Gözü görmemek: Belli bir şeyin dışında başka bir şeyle ilgilenmemek: Ona olan aşırı hayranlığından neredeyse başkasını gözü görmüyordu. (A. C. es-Sahhar)
- (Birini, bir şeyi) Gözü görmez olmak: Artık ona değer vermemek: Yemeden içmeden kesildi, gözü dünyayı görmez oldu Leyla aşkından. (H. Alptekin)
- Gözü göz değil: İyi insan olmadığı bakışından belli: Yanındaki gence dikkatli baktım, gözü göz değil, tavrı tavır değildi. Züleyha nasıl bir limana demir attığının farkında değildi. (F. Kadri)
- Gözü hiçbir şey görmemek:
- Çok önemsediği bir işe bağlanıp başka hiçbir şeyle ilgilenmemek: Ama konu 'sevda' olduğunda gözü hiçbir şey görmüyordu işte. (S. Demircan)
- Kızgınlığa kapılıp sonunu düşünmeden en kötü şeyleri yapacak duruma gelmek: Aşırı derecede sinirliydi ve gözü hiçbir şey görmüyordu. Bağırıyor, küfrediyor, eşyaları kırıp döküyordu. (M. Haymana)
- Gözü ısırmak: Bir kimseyi tanıyor gibi olmak, yüzü yabancı gelmemek: Kızı bir yerden gözü ısırıyordu. Hatırladı; rüyasındaki kızdı o. (D. Yücel)
- Gözü ilişmek: İstemeden görüvermek: Biraz notları ve kitapları düzenledi, oyalandı. Saate gözü ilişti. Aslında saat biraz ilerlemişti ve kendisi yorgundu. (F. Öndağ)
- Gözü kalmak: Bir şeyi beğenip elde etme arzusunu yenememek: Süslü mağazalardan birinin camında gördüğü ince altın bilezikte Hanife'nin gözü kaldı. (R. Enis)
- Gözü kara çıkmak: Korkusuz olduğu anlaşılmak: Onca köpeğinden baskın çıktı Temür Ağa'nın! Gözü kara çıktı... (N. Güngör)
- Gözü kararmak:
- Umutsuzluğun, öfkenin ya da azgın isteğin etkisi altında ne yaptığını bilmez duruma gelmek: ... yumruklarını sıktı. Koca bahadırın gözü kararmıştı. (A. Z. Kozanoğlu)
- Başı dönmek, hafif baygınlık geçirmek: ... vals ederlerken başı dönmüş, gözü kararmıştı. (A. Ağaoğlu)
- Gözü kaymak:
- İstemeyerek bakıvermek: Sütçü beygirlerinin bozuk kaldırımda bıraktığı şeyleri cıvıldaşarak yiyen serçelere gözü kaydı. (Ö. Seyfettin)
- Gözünde hafifçe şaşılık bulunmak, gözü ara sıra hafif şaşılaşmak.
- (Bir işi) Gözü kesmek: Bir işi yapabilme konusunda kendisinde güç ve yeterlilik bulmak, kendisine güvenmek: ... mükemmel okuyor, daha fazlasını da kendi kendine yapabileceğini gözü kesiyordu. (V. M. Kocatürk)
- Gözü kızmak: Zorlu, sert davranışlara girişecek ölçüde öfkelenip ateşlenmek: Ama, delikanlının bir kere kafası atmış, gözü kızmıştı. (A. Z. Kozanoğlu)
- Gözü korkmak: Acı bir denemeden sonra birinden ya da bir şeyden zarar gelebileceği kanısına varıp bir daha denemeyi göze almamak: Önceki yenilgiden sonra düşmanın gözü korkmuştu. (İlgili cümle kaynağı: Z. Aygül)
- (Bir şeyin) Gözü kör olsun: (teklifsiz konuşmada) Gereksinme duyulan şeyin elde bulunmaması nedeniyle bir iş yürümediği zaman söylenir: "Gözü kör olsun yoksulluğun kardaş," dedi. "Gözü kör olsun kimsesizliğin... Ocağı talan olsun bizi zalimlere kul edenin..." (Ö. Polat)
- (Bir şeyde) Gözü olmak (olmamak): Bir şeyi ya da bir kimseyi elde etmek isteği beslemek (beslememek): ... evlenmiş miydi? Öteden beri onda gözü vardı. Kendisinden hiç yüz bulmamıştı ama onu bir türlü unutamamıştı (M. Sertoğlu). Gazete, kitap, matbaa işlerini benimsememişti. Devlet memuriyetinde gözü yoktu. (A. Adıgüzel)
- Gözü sönmek: Kör olmak: ... çiçek hastalığı nedeniyle sol gözü tamamen söndü; sağ gözüne de perde indi. (Ş. Kurdakul)
- (Bir şeye) Gözü takılmak: Dikkati çeken bir şeye ara ara ya da dalarak bakmak, gözünü ondan alamamak: Karşıdaki camiden kalkan cenazeye gözü takıldı. (G. Y. Demir)
- Gözü toprağa bakmak: Ölmek üzere olmak, bir ayağı çukurda olmak: Kötülemiş görmeyeli. Gözü toprağa bakıyor gibiydi. (S. Kaymaz)
- Gözü tutmak: Güvenmek, beğenmek: İlk bakışta Mustafa'yı Ağanın gözü tuttu: - Beri gel evlâdım! dedi. (A. Z. Kozanoğlu)
- Gözü tutmamak: Güvenmemek, beğenmemek: Arkadaşlarının hepsini gözden geçirdi. Kimseyi gözü tutmadı, 'hepsi ödlek herifin teki' dedi içinden ... (B. Öner)
- (Bir işi) Gözü yememek: O işi becerebileceğine aklı yatmamak: Baktı, baktı, baktı yalnızca, gözü yemedi Türkiye ile çatışmayı! (O. Akbal)
- Gözü yılmak: Yürek gücü sarsılmak, korkmak: Düşmanın mücahidler önünde gözü yılmıştı. (M. Ş. Kalay)
- Gözü yolda (yollarda) kalmak: Birisinin gelmesini merak ve istekle beklemek: Hep bir gün babamın çıkıp geleceğini söyledi. Gözü yollarda kaldı, ama gelmedi işte. (Kolektif)
- Gözüm çıksın (kör olsun): Bir şeyin doğruluğuna inandırmak için kullanılan ant içme sözü: İnan, avutmuyor, oyalamıyor, gözüm çıksın ki hasta! (N. Cumalı). Gözüm kör olsun ki ben yapmadım.
- (Birini) Gözüm görmesin: Bana hiç görünmesin, yüzünü görmek istemem: Tez götürün, gözüm görmesin bu arsızı! (D. Saral)
- Gözün aydın!: Sevinçli bir olay dolayısıyla kullanılan bir kutlama sözü: "Hadi gözün aydın bir oğlan çocuğun oldu, Allah analı babalı büyür inşallah" (M. İ. İsmetoğlu)
- Gözün ... görsün: Bir şey övülerek gösterilmek veya anlatılmak istendiğinde söylenen bir söz: Gözün ustalık görsün. Bak da gözün saat görsün. Yapıyım da gözün yemek görsün. Getiriyim de gözün güzellik görsün.
- Gözünde büyümek: Bir şey, birine olduğundan büyük, zor ya da önemli görünmek: Bunu öyle bir tarzda yapmıştı ki, Gülşen çok önemli biri olduğunu düşünmüş, kardeşi gözünde çok büyümüştü. (D. Akhanlı)
- Gözünde büyütmek: Önemsiz olan bir şeye fazla önem verip ondan korkar duruma gelmek: Kaçtıkça onu daha çok gözünde büyütüyordu. Bundan sonra kaçmayacaktı... (S. İmamoğlu)
- (Bir kimse ya da bir şey birinin) Gözünde (şöyle ya da böyle) olmak: Ona göre öyle sayılmak.
- (Bir şey birinin) Gözünde olmamak: Herhangi bir üzüntü ya da zor durum dolayısıyla o şeye değer verecek, ilgi duyacak durumda bulunmamak.
- Gözünde tütmek: Çok özlemek, göreceği gelmek: Birlikteyken sabrını taşırıyordu ama şimdi gözünde tütüyordu kardeşi. (N. Tınaz)
- Gözünden kaçırmamak: Dikkatle izlemek: Baştan aşağıya dikkat kesilmiş, yaptıklarımın hiç birini gözünden kaçırmıyordu.
- Gözünden kıskanmak: Üzerine titremek, kollayıp gözetmek: Çok seviyormuş oğlan karısını. Gözünden kıskanıyor diyorlar. (A. Kutlu)
- Gözünden sakınmak: Kendisi bile bakmaya kıyamayacak kadar sevmek: Anacığı onu gözünden sakınır, dizinin dibinden ayırmazdı. (A. Püsküllüoğlu)
- Gözünden uyku akmak: Çok uykulu olmak: Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Herkesin gözünden uyku akıyordu. (C. Granda)
- Gözünden (gözlerinden) yaş (yaşlar) boşanmak: Çok ağlamak: Peygambere indirileni duydukları zaman gerçeği anlamalarından dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. (Maide Suresinden)
- Gözüne bakmak: → Gözünün içine bakmak.
- Gözüne çarpmak: Rastlantıyla görmek: Sofraya yönelmişti ki pabuçlar gözüne çarptı. (N. Kılıç)
- Gözüne dizine dursun!: Nankörlük eden kimseye karşı söylenen kötü dilek, beddua sözü: "Karı aklına uyup anana el kaldırmaya utanmıyor musun sen!? Yazıklar olsun sana verdiğim emeklere! Emdiğin süt gözüne dizine dursun!" (H. Mutlu)
- (Birinin) Gözüne girmek: Sevgi, güven ve ilgisini kazanmak: Çalışkanlığı ve terbiyesi ile öğretmenlerin gözüne girdi (H. Zülfikar). İşlerdeki kabiliyeti sayesinde onun gözüne girdi. (M. Sertoğlu)
- Gözüne hiçbir şey görünmemek: Kendi derdi dolayısıyla hiçbir şeye değer vermemek, her türlü tehlike karşısında ilgisiz kalmak: Ayşe hiçbir şey dinlemiyor, gözüne hiçbir şey görünmüyordu. Ağlıyor, ağlıyor, ağlıyordu... (S. Ali)
- (Bir şey) Gözüne ilişmek: Bir şeyi rastgele görmek: Yüzük parmağındaki söz yüzüğü gözüne ilişti. (C. Aktaş)
- Gözüne kestirmek:
- Başarabileceğini ummak: Müdür yardımcılığı pozisyonunu gözüne kestirdi ama yeterince yöneticilik tecrübesi yoktu. (Y. Ö. Özözer)
- Beğenisine uygun bulmak: Kız seni gözüne kestirdi. İstersen sana varabileceğini bana hemen açıkça söyledi. (R. N. Güntekin)
- Gözüne sokmak: Bir kimsenin göremediği ya da bulamadığı bir şeyi, ona sert bir tavırla göstermek, görmeye mecbur etmek: İçinde bulunduğu kötü ruh hali içinde taşkın bir öfkeyle müdüre karşılık vermiş ve daha da ileri giderek rozetini çıkarıp adamın gözüne sokmuştu. (M. Yılmaz)
- Gözüne uyku girmemek: Uyuyamamak, uykusuz kalmak: Gece boyunca bir o yana bir bu yana dönüp durdu, endişeden gözüne uyku girmiyordu. (Ş. Tavkul)
- (Kendi) Gözünü açmak: Uyanık, dikkatli bulunmak: — Ey oğul, gafil olma! Gözünü aç, gün akşamlıdır! (H. Develi)
- (Birinin) Gözünü açmak: Görüşünü değiştiren bilgi edinmesini sağlamak, uyarmak, gerçeğe yöneltmek: ... hali büsbütün değişti. Allah, Onun gözünü, gönlünü açtı; içi nurla, bilgi ile doldu; gözleri gizli bir âlemin ışıklarıyla aydınlandı (M. A. Köksal)
- (Bir yerde) Gözünü açmak: Orada iken aklı ermeye başlamak: Akdeniz'de gözünü açmış, Mısır, Tunus, Fas, Cezâyir, Trablusgarp ve Bingâzî'lerin efendisi olmuş... (S. Ayverdi)
- Gözünü ağartmak: Dik dik bakmak, bakışını sertleştirmek, suratını asmak: Pehlivan Ali gözünü ağarttı. Yumruğunu sıktı. Bir tane vuracaktı suratına, zor tuttu kendini. (T. Apaydın)
- Gözünü alamamak: Bir şeye, bir yere bakmaktayken hayranlık duyarak gözünü oradan başka bir yere çevirememek: Çocuk gökkuşağını seyrediyor, gözünü ondan alamıyordu. (A. E. Seyf)
- (Bir şeyden) Gözünü ayırmamak: Bir şeye sürekli olarak bakmaktan kendini alamamak: ... bir an bile gözünü ayırmıyordu. Öyle içten bakıyordu ki kızına. (A. Soysal)
- (Birinin) Gözünü bağlamak: Akıl ve duygularını yanıltmak, doğruyu göremez duruma getirmek: Gaflet uykusu, halkın basiret gözünü bağlamış; yoksa o güneş, gönülde daima bulutsuz doğmuştur. (Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.)
- (Bir şeyin) Gözünü çıkarmak: (teklifsiz konuşmada)
- İyisi dururken kötüsünü seçmek, beceriksizce davranmak: O çürük domatesleri, o kart fasulyeyi nereden buldunuz?.. Her şeyin gözünü çıkarırsınız zaten... (C. Miroğlu)
- Bir işi çok kötü bir biçimde yapmak: Sürme çekeyim derken gözünü çıkarır. (D. Dilçin)
- Gözünü daldan budaktan (çöpten) esirgememek (sakınmamak): Olur olmaz tehlikelere aldırmamak, tehlikelerden korkmamak: Demirci Dursun, Allah'tan başka kimseden korkmayan, gözünü daldan budaktan esirgemeyen biriydi. (B. Yazgan)
- Gözünü dikmek: Gözünü ayırmadan bir yere bakıp durmak: Tavandaki dev avizeye gözünü dikti, baktı, baktı, gözkapakları ağırlaştı... (A. B. İlterberk)
- Gözünü doyurmak: Bol bol vermek: ... alabildiğine genişlemiş servetiyle herkesin gözünü gönlünü doyurmuştu. (M. M. Gadban)
- Gözünü dört açmak: Çok dikkatli ve uyanık bulunmak: Dost görünen düşmana, / Gözünü dört aç ey dost. (M. Karaburç)
- Gözünü gözüne dikmek: Birinin gözüne sürekli olarak bakmak: Pencerenin önünde gözünü gözüne dikmiş, şakıyordun bülbül gibi. (N. Hikmet)
- Gözünü hırs bürümek: Aşırı hırslanmak: Makam sevgisi üstün gelmiş, gözünü hırs bürümüştü. (H. Tokak)
- Gözünü kırpmamak: Hiç uyuyamamak: Bütün gece gözünü kırpmamış, durumu nasıl çözeceğini düşünüp durmuştu. (A. Akal)
- Gözünü kan bürümek: Adam öldürecek ölçüde öfkelenmek: Hainlerin gözünü kan bürümüştü. Kimseye merhametleri yoktu. (A. E. Kavaklı)
- Gözünü kin bürümek: İntikam alma duygusuyla yanıp tutuşmak: Gözünü kin bürümüş bir kadın, yeryüzünün en korkunç canavarlarından biri olmağa adaydır, dedi. (H. İ. Dinamo)
- (Birinin) Gözünü korkutmak: Yıldırmak: Melekler ordusu onun da gözünü korkutmuştu. (S. Suruç)
- Gözünü sevda bürümek: Sevdiğinden başka hiçbir şeyi düşünmemek: "Senin gözünü sevda bürümüş" bey dedi. "Sen bir İzmir'e git de, gönlünü eğle" (S. Ali)
- Gözünü sevdiğim: Sevgi anlatmak için kullanılır: Arpalar orak oldu / Nazlı yâr ırak oldu / Gözünü sevdiğim yâr / Bizlerden uzak oldu (M. S. Yiğitbaş)
- Gözünü seveyim: (teklifsiz konuşmada) Rica, sevgi ya da hafifçe kınama sözü olarak kullanılır: Hey..! Gül bakışlı, / Bakışı nazlı kız / Ağlama gözünü seveyim / Gözünde gül saklı kız (Ş. Çöker)
- Gözünü toprak doyursun: Kendisinde olan ya da kendisine verilen şey ne kadar çok olursa olsun, bunu az bulan aç gözlü kimseler için ilenme olarak söylenir: "Ya, demek bunların gözü ne incili yorganda ne şimşek taşında; benim tacımda tahtımda ha! İlahi, böylelerinin gözünü toprak doyursun." (Y. Ölmez)
- Gözünü yummak: Ölmek: ... bu fâni âleme gözünü yumdu. Son sözü; "Ey Allah'ım! Beni mağfiret et, bana merhamet et ve beni Refîk-ı A'lâ'ya (en yüce dost makamına) kavuştur." oldu. (H. Döndüren)
- Gözünün bebeği gibi sevmek: Pek çok sevmek: ... mukaddes vatanı kurtarmakta büyük yararlıklar göstermişti. Türk milleti bu genç kahramanı gözünün bebeği gibi seviyordu. (Z. Gökalp)
- Gözünün çapağını silmeden: Sabahleyin uyanır uyanmaz: "Şu her gün gözünün çapağını silmeden dükkâna uğrayıp seni soran mı?" (F. Ç. Kabadayı)
- Gözünün feri sönmek: Hastalıktan veya yorgunluktan canlılığını yittirmiş olmak: İhtiyarcığın gözünün feri sönmüş, derisi eprimiş kumaş gibi üstünden ha düştü düşecekmiş, ellerinde derman kalmamış, yine de dur durak bilmeden çalışmış (M. Ö. Sezer)
- Gözünün içine baka baka: Cesaret, pişkinlik ve soğukkanlılıkla: Dünya'nın gözünün içine baka baka yalanlarını delil gösterip bu zulmü işlemeye devam ediyorlar. (A. Türkan)
- (Birinin) Gözünün içine bakmak:
- Bir kimsenin üstüne titremek: Çocuğu doğduğundan beri bir yığın sağlık sorunu atlatmıştı. O yüzden ona bir şey olmasın diye resmen gözünün içine bakıyordu. (E. Ezmeci)
- Buyruğunu yerine getirmeye hazır bulunmak: Nereye giderse o da oraya gidiyor, kendisinden bir şey istesin diye gözünün içine bakıyordu. (E. F. Beledli)
- Bir arzusunun yapılması için gözleriyle birine yalvarır durum almak: ... bir hisse de bana düşsün dercesine Ali Bey'in gözünün içine bakıyordu. (M. Yılmaz)
- Gözünün kuyruğuyla (ucuyla) bakmak: Belli etmemeye çalışarak yandan bakmak: Gözünün kuyruğuyla küçük müşteriyi süzdü. Muharremdi. Çamaşırcı Boşnak Ayşe'nin oğlu. (H. E. Adıvar)
- Gözünün önünden ayırmamak:
- Birini devamlı takıp etmek, uzaklaşmasına meydan vermemek: Öğleden sonra patron gelir, gözünün önünden ayırmaz bizi (N. Güngör).
- Bir şeyi sürekli görebileceği yerde bulundurmak: ... eşeği bir ağaca bağlar. Gözünün önünden ayırmaz eşeğini. (G. Ünal)
- Gözünün önünden gitmemek: Hep görür gibi olmak, bir türlü unutamamak: Genç kızın öfkeli bakışları gözünün önünden gitmiyordu. (E. Mataracı)
- Gözünün önünü görememek:
- Sisten, pustan dolayı etrafını görememek.
- (mecazi) Bir şeye fazla dalmaktan veya dalgınlıktan etrafta olup bitenleri fark etmemek: Hayalâta dalan, gözünün önünü göremez. (Z. Gökalp)
- (Birine) Gözünün üstünde kaşın var dememek: Birinin her davranışını hoş görmek, alınmasına yol açacak hiçbir şey söylememek: Allah şahit karınca incinmedi rahmetliden. Kimseye gözünün üstünde kaşın var, demezdi. (A. Sayar)
- (Birinin) Gözünün yaşına bakmamak: (deyiminin anlamı) Hiç acımamak, sızlanmasına aldırış etmemek: Kurallara uymayanlara gözünün yaşına bakmadan ceza keserlerdi. (Örnek cümle kaynağı: A. Türki)
- (Bir şeye) ... gözüyle bakmak: (Bir şeye) ... gibi bakmak: Sorunlara çözülemez gözüyle bakmak, baştan teslim olmak anlamına gelir.
- Gözüyle görmek: Görmüş olduğunu kesinlikle, inandırıcı olarak belirtmek: — Kızım sana öyle geliyor, bak perde kapalı, — İnan açıldı anne, gözümle gördüm... (H. Mahir)
- Açlıktan gözü (gözleri) dönmek (kararmak): Çok acıkmak: Etleri çiğnemeden yutmaya başladı. Açlıktan gözü dönmüştü (N. Behramoğlu). Sacid'in kardeşinin de açlıktan gözleri kararmış olacak ki kardeşini bir masada yemek başında görünce dayanamadı yan yan, yengeç vari yürüyerek sofraya yaklaştı. (S. Ertem)
- Ağzını açıp gözünü yummak: Öfke ile, sonunu düşünmeden ağzına gelen bütün ağır sözleri söylemek: "Allah'tan korkun yok mu senin..." dedi. Ağzını açıp gözünü yumdu. Sövüp söylendi. Söylendikçe dillendi. (L. Tekin)
- Alıcı gözüyle bakmak: İnceden inceye gözden geçirmek: Atın dört bir yanını dolandı, alıcı gözüyle baktı. Sağrısını sıvazladı usuldan. (Ö. Polat)
- Anasının gözü: (argo) Çok kurnaz, çok açıkgöz, dalavereci, hinoğluhin: Anasının gözüydü, pazarlıkta ilk üstünlüğü sağlamayı kolluyordu hergele! (N. Cumalı). Bu Onbaşı anasının gözüydü, hiç kül yutacağa benzemezdi. (M. Şeyda)
- Baş göz etmek: (halk dilinde) Evlendirmek: "Ev demişken haberimiz olmadı, nihayet seni de baş göz etmişler beyim, mübarek olsun. Hediyeni sabah, evinde takdim ederiz. Allah hayırlı erler-kızlar nasip etsin!" (Ç. Ata)
- Başım gözüm üstüne: Belirtilen istekleri içtenlikle yapmayı kabul etmeyi anlatan bir deyim: "Allah ve Resulünün emri başım gözüm üstüne" demişti. (A. C. Sahhar)
- Başını gözünü yarmak: Bir işi kötü yapmak, bir işi istenildiği gibi yapmamak: "Hüseyin Rahmi'nin romanlarında züppeler, Fransızcanın başını gözünü yararak konuşurlardı..." (H. E. Adıvar)
- Başının gözünün sadakası: Başa gelecek bir belayı savmak veya önlemek için yapılan bağış veya iyilik: Fazla bulduğu ne varsa, başının gözünün sadakası olsun, alınan dualar da babamın ruhuna değsin diye gizlice dağıtıyordu. (C. Aktaş)
- Boş gözlerle bakmak: Anlamsız bakmak: Bana boş gözlerle bakıyordu, daha önce onda hiç rastlamadığım bir bakıştı bu. Tamamen bir yabancıya aitti. (D. Özek)
- Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpmek: Saygı ve sevgi göstermek: Kardeşlerime, soranlara, köylülerime bol selam ederim. Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim. (V. Sağlam)
- Dört gözle beklemek: Çok isteyerek veya özleyerek beklemek: Bütün köy on beş günde bir köylerini ziyaret eden eşekli kütüphanecilerin yolunu dört gözle bekliyordu. (İ. Baran)
- Dünya, gözüne (ona) zindan olmak: Büyük bir karamsarlık ve umutsuzluk içine düşmek: Karışının ölümünden sonra dünya adamın gözüne zindan oldu, inzivâya çekildi (N. Muallimoğlu). Ölmemiş fakat olmuş dünya ona bir zindan; / Yaşamış karanlıkta pek uzunca bir zaman. (H. A. Yücel)
- Dünya gözüyle (görmek): Ölmeden önce sağlığında (görmek): Mektubun sonuna gelirken, dünya gözüyle senden son bir isteğim daha var oğlum (E. Yılmaz). Allah nasip etti de, dünya gözüyle Kudüs'ü görmüş oldum. (S. Yüzgenç)
- Ekmeğine göz koymak (dikmek): Birinin geçimini sağlayan işi elinden almaya çalışmak: Garibanın ekmeğine göz koymuş namussuzların, içer-döverlerin cenazesinde işim olmaz, diyordu (M. Yalçın). "İşçiyi sömür, bir lokma ekmeğine göz dik, sendikal haklarının bile üstüne yat, çalıştır hakkını verme, servet üstüne servet yığ, sonra bu serveti dilediğin gibi harca. Sorulmaz olur mu bunun hesabı arkadaş, kan kusturulmaz olur mu?" (Y. Bahadıroğlu)
- El emeği göz nuru: Yapımı uzun zaman alan ve çok emek isteyen iş, el işi göz nuru: O sandığı, el emeği göz nuru işlenmiş danteller süslerdi. (A. Z. Muslu)
- Elle tutulur gözle görülür: Çok belirgin, çok açık: Kötülükten korkmayacağız! Yoksa korkumuz, elle tutulur gözle görülür biçimler alır ve bizi her yerde bulur. (E. Y. Aslan)
- İki gözü iki çeşme:
- Sürekli ağlar durumda: Karısı iki gözü iki çeşme, eve uğramadığını söylemiş. (M. Yıldırımoğlu)
- Sürekli ağlayan: İki gözü iki çeşme hatunlar, ayağı dibine oturmuşlardı. Yaşlı gözlerle bakıyorlardı efendilerine. (O. Kemal)
- İki gözü iki çeşme ağlamak: Sürekli veya çok ağlamak: Menekşe'nin Tahir'e varmak istemediğini bilenler, kızın dünden beri iki gözü iki çeşme ağladığını söylüyorlardı. (K. Bilbaşar)
- İyi gözle bakmamak: Hakkında iyi düşünmemek: Toplum sarhoşa iyi gözle bakmaz, selam vermez ve kimse onunla fazla alış verişte bulunmaz. (M. Kahramanyol)
- Karanlıkta göz kırpmak: Bir şeyi anlatmak isterken karşısındakinin anlayamayacağı bir işarette bulunmak veya bir söz söylemek. Yaptığı hareket veya söylediği söz, maksadını anlamasını istediği kimse tarafından anlaşılmayacak kadar belirsiz olmak: Karanlıkta göz mü kırpmaktadır, sağırlar dünyasında ıslık mı çalmaktadır? (H. Mümtaz). Duyulmayacağını bildiğin halde uzaktan uzağa bir sesleniş, karanlıkta göz kırpmak gibi bir şey benimki. (M. Erkenekli)
- Kaş göz etmek: Kaş ve göz işaretleriyle bir şey anlatmaya çalışmak: Annesine "ne diyorsun sen?" der gibi kaş göz ediyordu (S. Ünal). Susması için kaş göz ediyordu. (B. Ünsal)
- Kaş göz işareti yapmak: Kaş ve gözle bir şeyler anlatmak, dikkat çekmek: Hadi konuya gir anlamında kaş göz işareti yaptım. O da sen söyle gibilerinden bana kaş göz işareti yaptı. (N. Güzel)
- Kaş yapayım derken göz çıkarmak: İşi düzelteyim derken büsbütün bozmak: Kaş yapayım derken göz çıkaranlar gibi hakkı tavsiye edeyim derken, bâtılı tavsiye edip insanları dinden daha da uzaklaştırıp günaha girerler. (A. Tomor)
- Kaşı gözü yerinde: Yüzüne bakılır güzellikte veya yakışıklılıkta: Bir kadın geldi bu sırada dükkana, güzeldi, alımlıydı; kaşı gözü yerinde, tatlı dilli, çalımlıydı (M. N. Sepetçioğlu). Kaşı gözü yerinde, konuşması güzel, duruşu güzel, endamı güzel bu delikanlıyı pek beğendi. (Z. Aygül)
- Kaşıkla yedirip sapıyla gözünü çıkartmak: Yaptığı bir iyiliği hiçe indirecek kötülükte bulunmak: Adama, kaşıkla aş verdin, sapıyla gözünü çıkardın; seninki de iyilik mi oldu yani? (K. Yedekçioğlu)
- Kaşını gözünü eğmek: Kızgın bir durumdayken kaş çatmak: Hele Recep emmi bizim önümüzde bir de oğluna kızınca, karısı iyice kaşını gözünü eğdi ve somurttu. (M. İzgü)
- Kaşının altında gözün var dememek: Birini incitecek ya da gönlünü kıracak bir şey söylememek, en ufak bir eleştiride bulunmamak: Bizimki sessizdir zaten. Etliye sütlüye karışmaz. Kimseye kaşının altında gözün var demez. (A. Ağaoğlu)
- Kaşla göz arasında: Kimsenin sezmesine imkân vermeyecek kadar kısa bir zaman içinde, çok çabuk: Kaşla göz arasında ara sokakların birinde kaybolup gitti. İzlendiğini anlamış olmalı. (Ö. Esmergül)
- Kem gözle bakmak:
- Kötü niyetle bakmak: İslam alemine, Türk milletine kem gözle bakanların gözlerini oymayı bize nasip eyle yarabbi... bu cennet vatanı başkalarına peşkeş çekenleri yok etmeyi bizi nasip eyle yarabbi.. (İ. Sarı)
- Nazar değdiren bir bakışla bakmak: Başkasının eşyasına, varlığına, dirliğine, kuruşuna kem gözle bakmaz. Umurunda değildir çünkü. (B. T. Salihoğlu)
- Kötü gözle bakmak:
- Bir kimse için iyi olmayan düşünceler beslemek, bunu belli edercesine bakmak: Herkes kötü gözle bakıyordu sanki ona. Zararlı bir böcekmiş gibi... Bir fırsatını bulsalar öldürürlerdi onu. (N. Elibol)
- Cinsel arzu ile bakmak: Ben çiftlikteki kadınlara kötü gözle bakıyormuşum, onun için kâhyaya beni işten atmasını söylemiş. (F. Erilli)
- Maymun gözünü açtı: Başa gelmiş geçmiş bir olaydan ders alındığını anlatan bir söz: O eskidendi; maymun gözünü açtı. Sen kim oluyorsun da beni çarşıya sokmuyorsun! Geçimimi nasıl elimden alırsın? (M. Niyazi). Ama bu sefer yutacak değiliz. Kimseyi kandıramaz. Maymun gözünü açtı gayrı... Kimsenin yanında iki paralık itibarı kalmadı. Gene sırnaşıp duruyor ya, aldıran yok. İpliği pazara çıktı. (A. Nesin)
- Ölü gözü gibi: Sönük, fersiz: Odasında ölü gözü gibi yanan kandilinin başında yalnız kalınca telgrafı açtı. (Ö. Seyfettin)
- Ölü gözünden sürme çalmak (araklamak): İnsafsızca, insanlığa yakışmayacak şekilde menfaat sağlamak.
- Ölü gözünden yaş ummak: Hiç olmayacak yerden, mümkün olmayan durumda yardım veya destek beklemek: Bunca yıldır, anamızı onlar ağlatmıyor mu? O zaman hala ne diye ölü gözünden yaş umuyoruz. (A. İlhan)
- Ölümü göze almak: Ölümden korkmayarak yürekli davranmak: Onlar günde birkaç kez ölümü göze alarak sokağa çıkıyorlar ve birkaç kez ölümü göze alarak bir defa "Allah birdir!" diyebiliyorlardı. (M. Sarıcık)
- Pireyi gözünden vurmak: Keskin bir nişancı olmak: "Eyüp Amcam ne kadar nişancı?" "Deveyi dizinden, pireyi gözünden vurur diye bir söz vardır. İşte öyle keskin bir nişancı." (H. İ. Altınsoy)
- Sağ gözünü sol gözünden sakınmak: Çok kıskanç olmak: Sağ gözünü sol gözünden kıskanan bir adam... Seher'i, kuyuda boğulan tekirden bile kıskanıyordu belki.. (R. Enis)
- Turnayı gözünden vurmak: Umulmadık bir kazanç veya çıkar sağlama imkanı elde etmek: Her daim gülücükler saçan bu şanslı adam, Niğde'de çobanlık yaparken köyün güzel ve babası zengin kızlarından birini kendine aşık edip turnayı gözünden vurmuş; kayınpederinin sermayesi ve itibarıyla İstanbul'a gelip yerleşmişti. (M. U. Yeşil)
- Yan gözle bakmak:
- Küçümseyerek düşmanca veya kötü niyetle bakmak: Ne o bana yan gözle bakıyordu ne de ben ona. Bizim arkadaşlığımız çok başkaydı. (E. Milaslı)
- Belli etmeden, göz ucuyla bakmak: Yan gözle şoföre baktı, ama onun bakışları öne doğru yoğunlaşmıştı.
- Yüz göz olmak: Biriyle gereksiz yere, aşırı derecede senli benli olmak: Bizimle öyle fazla yüz göz olma şımarırız. Bir gece ansızın yatıya kalmaya geliriz evinize. O zaman yüz kızarması neymiş görürsün... (Kemik)
- Yüzüne gözüne bulaştırmak: Bir işi becerememek, bozmak: Toy oğlan, ağalığı yüzüne gözüne bulaştırdı (K. Tahir). Nitekim ilk adımda yüzüne gözüne bulaştırdı. "İşe göre adam... Adama göre iş değil" diyeceğim... (E. G. Sandalcı)
Göz ile ilgili birleşik kelimeler
- Göz alıcı: Güzelliği hemen dikkati çeken, görüldüğünde beğenilen, alımlı: Göz alıcı güzelliği tüm grubun dikkatini çekmişti. Kızıl saçları güneşte alev alevdi... Erkeklerin iç çekişleri beğeni, kızlarınki ise kıskançlık doluydu. (D. Duman)
- Göz aşinalığı: Karşılaşılan bir kimseyi önceden kısa bir süre görmüş olmaktan doğan tanıma: Daha önceleri uzaktan göz aşinalığı olduğu birinin yanında oturuyordu. Adı Bayram mıydı, Hacı mıydı, şimdi onu da çıkartamıyordu. (R. Özdenören)
- Göz banyosu: Güzel kimselere hoşlanarak bakmak, etkisinde kalınan güzellikten, seyrederek zevk almak: Göz banyosu yapa yapa gözümüze günah kaçıyordu. (M. Karaburç)
- Göz göz: Üzerinde birçok göz (delik) bulunan: Göz göz oldu yüreğim gözlerinin derdinden! / Niye gördüm... Niye baktım... Niye sevdim seni ben?.. (Pejmürde)
- Göz hakkı: Görülüp de imrenilebilecek ufak tefek şeylerden görenlere, canı çekenlere verilen pay: Dedem kızardı, "Hepsini toplama, hepsi senin değil, kurdun kuşun da orada hakkı var" derdi. Gelip geçenlere de açıktı, "Göz hakkı var, alsınlar kuzum" derdi babaannem. (M. E. Birpınar)
- Göz kararı: Genellikle ölçülerek, tartılarak, hesaplanarak yapılan veya satılan şeylerin ölçülmeden ve tartılmadan sadece görerek oranlaması: Annesinin: "Göz kararı, çok sert de olmasın, çok cıvık da olmasın hamur." çıkarımının ardından Sema'nın yılgın ve kararsız sesini duyuyordu. "Gözümün bu konuda bir kararı olduğunu sanmıyorum anne." (Z. Nur)
- Göz nuru:
- Görme yeteneği: ... gözünden su akan (gözü sulanan) kimse için "Onda göz nuru zafiyeti var", kör hakkında da "Gözünün nurunu yitirdi" demişler. (İmam-ı Gazali)
- Göz emeği: ... her bir ilmekte ustaların göz nuru, el emeği, alın teri, ısrarı ve sebatı vardır. (S. R. Yazgıcılar)
- Görme işi ve dolayısıyla göz nuru çok değerli olduğu için dilimizde bu deyim, sevilen insanların değerini belirtmek için de kullanılmıştır (A. A. Şentürk): ... kızlarına ve erkeklerine hayırlısından göz nuru eşler, yürek aydınlığı çocuklar nasip etmesini diliyorum. (Elif Elif)
- Gözleri çekik: Yarı kapanmış göz gibi göz kapaklarının arası dar olan: Ayrıca sadece Çinlilerin ve Japonların gözleri çekik değildir. Çinliler, Japonlar, Taylandlılar, Eskimolar, Moğollar, Endonezyalılar hatta ve hatta Kızılderililer bile az da olsa çekik gözlüdür. (Ö. V. Erikçi)
- Gözü aç: Kanmak, doymak bilmez, aç gözlü: Gözü aç olana, zengin de olsa fakir derler, / Zira ancak gözü aç olanlar, fakirlik çekerler. (Kutadgu Bilig'den Seçmeler)
- Gözü açık: Uyanık ve becerikli: Kör adamların yaptığı doğru, gözü açık adamların yaptığı yanlış... Ama kör adama enayi deniyor, gözü açık adama da uyanık! Gözü açık adam, aslan, kaplan, kurt, çakal, ayı, tilki, akbaba, kartal! Kör adam kuzu... (H. İ. Yaman)
- Gözü bağlı:
- Aymaz, gafil: İşte onun gözü bağlı yandaşlarına verdiği armağan, cehennem ateşi! (İ. Sarı)
- Sorup soruşturmaksızın, bakıp anlamadan: Hele, ara sıra, hayalini doldurmaktan geri kalmayan o şüphelerle, o kaygılarla böyle bir maceraya gözü bağlı atılmak fedakarlığına nasıl katlanacaktı? (Y. K. Karaosmanoğlu)
- Gözü dışarıda: Eşiyle yetinmeyip karşı cinsten başka kimselerle ilişki kurmak hevesinde olan: Sevdim tabi. Niye sevmeyeyim? Deliydi doluydu ama bir gün olsun gözü dışarıda olmadı bu adamın. (U. Becerikli)
- Gözü gönlü tok: → Gönlü tok.
- Gözü kapalı:
- Düşünüp taşınmayı gerekli görmeden: Bu bir sene zarfında nerede oturacağını, nereye gideceğini, kimlerle çalışacağını dahi bilmiyordu. Buna rağmen gözü kapalı her şeyi kabul etti ve yola çıktı. (E. M. Karakurt)
- Çevresinde olanlardan haberi olmayan: Ahinin, gözü kapalı olmalı, yani kimseye bakmamalı, kimsenin ayıbını görmemeli... (Y. Bozyiğit)
- Gözü keskin: Çok iyi gören: Doğrusu iyi çoban. Yürekli, gözü keskin, bileği güçlü yiğit bir adam. Anası onu dağda doğurmuş. (M. Adıbeş)
- Gözü pek: Korkusuz, atılgan, pek cesur: Yeniçeri bıyıklı, yanık tenli, gözü pek, Fatih'in fedaisi kıratında şişkin pazılı bir levent!.. (M. Savaş)
- Gözü sulu: (teklifsiz konuşmada) Önemsiz nedenler karşısında bile gözyaşlarını tutamayan: Çok mu gözü sulu olmuşum sahiden? (N. Hikmet) Gözü sulu bir kadın yerine, olaylara karşı dirençli birini istiyordu. (O. Çelik)
- Gözü tok: Gözü malda olmayan: Gönül zenginliği gibi servet olamaz. Kimin gözü tok ise o, gönlü zengin bir kişidir. (Y. H. Hacib)
- Gözü yüksekte (yükseklerde): Yüksek emeller peşinde olan: Karısının gözü yükseklerde, ulaşması mümkün olmayan isteklerin peşindedir. (Ü. Gürsoy)
- Gözüm! (Gözümün nuru): Sevgi anlatan bir seslenme sözü: — Güle güle gözüm, güle güle (Y. Onay). Ey benim gözümün nuru! Gönlümün huzuru! Kalbimin süruru! Yolumun kılavuzu! Güneşim! Ayım! Işığım! Neşem! Yaşam kaynağım!... (M. N. Yıldız)
Ayrıca bakınız: Göz ile ilgili atasözleri
Soru ve Yorumlar: 18
Emeginize saglık
Soru/Yorum Formu
»